31 Ocak 2017 Salı

Doğru ve yanlış kavramları üzerine

Bu gün öyle garip bir şey oldu ki derste “Dünyaya hükmeden devletler kuran ecdadın torunlarıyız diye ortalıkta dolaşıyoruz. Ama onlara layık olmak için hiçbir şey yapmıyoruz.” Cümlesinin birebir kopyası denebilecek bir cümleyi hocamdan duydum. Bir an düşündüm acaba benim yazımı mı okudu? Sonra bunun pek ihtimali olmayacağını düşünüp aklın yolu birmiş dedim geçtim.

Sokrates “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir” demiş zamanında, bunun farkında olarak nasıl hala öğretilerini devam ettirdi veya tanrının en bilgin insan ünvanını verdiği kişi olarak tek bildiği şeyin hiçbir şey bilmediği olduğu halde nasıl bilginlikten söz edebildi ve bunca felsefeyi yapabildi diye düşünüyordum. Bunu bilmeme imkan yoktur belki ama ben bunu duymuş olmama rağmen bundan sonra nasıl bir şeyler bildiğimi iddia ederek konuşmaya ve yazmaya devam edebilirim? Ben de kendimce şöyle bir savunma yapabilirim. Doğru bilgiye ulaşamayız, çünkü insanlar kusursuz varlıklar değildir, her ne kadar doğruya yakın bir bilgi ortaya koysak da bu doğru olmadığı sürece bir anlam ifade etmez. Çünkü bir zayıf noktası bulunduğunda çürütülebilir ve bütün iddiamız geçersiz olabilir. Bunun çözümü olarak da şöyle bir şey düşündüm; eğer bir sözü doğruluk ve yanlışlık düzleminden soyutlayarak söyleyebilirsek o sözü bir değerlendirmeye tabii tutmazsak doğruluğu veya yanlışlığı değil onun söylemek istediğimizi ne kadar içerdiğini tartışabiliriz. Doğru/mutlak bilgiyi ve gerçekliği aramak benim için hiçbir zaman kanıtlanamayacak bir uğraştan ibarettir. Her fikrin, bilginin bir eksikliği olduğu için bunu en mantıklı cevap kabul edebiliriz ama bunu doğru kabul edemeyiz. Odaklanmamız gereken nokta doğruluk veya yanlışlık, iyilik veya kötülük değildir. Odağımız söylenen sözün düşüncemizi ne kadar içerdiğiyle ilgilidir. Bir yargıya varmak bir sınırlandırmaya gitmeyi gerektirir. Biz kusurlu varlıklar eksiklerimizle böyle bir yargıyı vermemiz sadece yanılsamadan ibarettir ve kendimizi eninde sonunda küçük düşürecek bir davranıştır.

İyi ve kötü diye bir kavram önümüze çıkıyor diye biz bir şeyleri iyi ve kötü diye bir gruba sokmamız gerekir mi? Biz bir balık gördüğümüzde onu illa kavanozda suyun içine mi koymamız gerekir? Onu denizdeki bir suya da koyabiliriz. Burada iyi ve kötü deniz ve kavanozdur. Su balığın yaşama koşuludur, sözünde ortaya çıkma koşulu içimizdeki fikrin kaynağıdır. Sözün iyiliği kötülüğünden ziyade ortaya çıktığı kaynağını ne kadar yansıttığıdır. Söz fikri tam yansıtmıyor diye söyleyen kişi haricinde birisinin, hatta söyleyen kişinin söylediği sözün fikrini ne kadar yansıttığını söylemesi yanlış olur. Bu da göreceli bir kavramdır. Sözü söyleyen kişi bakımından sözün fikri tamamıyla yansıttığını düşünebilir ama bu fikri tam yansıtmıyor da olabilir veya yansıttığını düşünmemesine rağmen aslında yansıtabilir. Fikrin boyutunu ölçemeyeceğimiz için sözün fikri ne denli yansıttığını da değerlendirmek boş bir çabadan öteye gidemeyecektir.

Aslında önemli olan insanların düşüncelerini eksik veya tam, doğru veya yanlış söyleyebilmesidir. Bunu bir gruba dahil etmek insanlık için fikre, kaynağına ve değerlendirmeye vurulan bir prangadan ibarettir.

13 Ocak 2017 Cuma

Sorgum ve savunmam gibi


- Ne demişler asla insanlara yaralarını gösterme. Sana vurmak istediklerinde ilk oraya vururlar.
Belki benim kendimi bu kadar dışlanmış hissetmemin sebebi, insanların zaafımı kolayca anlayabilmesindendir. Gizemli, bilinmezle dolu insanlar daha çok sevilir. Ben kendimi düğünlerde duvar kenarına oturup oynayanları izleyen insan olarak görüyordum. Düşündüm de belki de ben sahnede oynayamadığı için saçma saçma el çırpan insanımdır.

- Zaafım ne mi? Size de söyleyeyim, benimle ne zaman konuşursanız konuşun şunu hemen fark edersiniz ben yalnızımdır, ne zaman sorarsanız sorun evdeyimdir. Ne mi yapıyorum? Bilgisayar başında öyle sizin belki pek önemsemediğiniz ve aman elimden ne gelir ne değişir diye düşündüğünüz şeylerle kafamı meşgul ediyorum. Ne yapayım oturup televizyonda evlilik programı mı seyredeyim? Hatta gidip birisine talipte mi olayım istiyorsunuz?

- Yine bak çok güzel bir şey söylemişler: Hakkında ne kadar az şey bilirlerse o kadar özgür olursun.
Önceden yazdığım bir yazım var, Hiç kimse hiçbir zaman özgür olamaz isimli yazımdan bahsediyorum. İşte bu yazımı bu yüzden yazdım. Ben özgür olamam. Çünkü her şeyimi rahatça birilerine anlatabiliyorum. Sonra işte insanlara o rahatça anlattığım şeyler yüzünden bağlanıp kalıyorum. Açık sözlü olmak benim en kötü özelliğimdir heralde. Tabi şimdi otursak konuşsak sizinle, açık sözlü insanları çok severim ben klişesini yapıştırırsınız hemen.

- Kendimi şöyle teselli ediyorum ben: Ne kadar mükemmel olursan ol, beğenmeyen birisi mutlaka olacaktır. Her şeyimi gizlesem hakkımda çok az şeyi konuşurken anlatsam, her gün dışarıda gezdiğimi, bir sürü kişiyle takıldığımı/tanıdığımı söyleseydim ne bileyim maddiyata ve fiziki görünüşe önem verseydim belki ilgi çekerdim. Ama ben böyle birisi olamam. Bu benim düşünce sistemime ve karakterime aykırıdır. Yalnız olmamak için, sosyalleşmek için kendimden tiksineceğim bir duruma mı gireceğim? Odamda bilgisayar başında ölür kalır daha iyidir bence.

- Şimdi diyebilirsiniz, tam yeri bak burası. Aman Bülent çok abartıyorsun, insanlara arkadaşlarına tekrar dönebilirsin, biraz çabalasan olur falan demeniz gerekiyor illa ki demi? Bende şöyle derim; Sevdiklerim geride kalmadı, ben geride kaldım. Ve ben onlara yetişemeyecek kadar güçsüz ve üşengeç hissediyorum kendimi. Evet, belki haklısınızdır karamsarımdır ne bileyim belki de çok abartıyorumdur. Aslında çok pişmanım ve pişmanlık insanı yavaşça çürütür. Bu yüzden kendimi çok güçsüz hissediyorum. Tedavisi falan var mıdır acaba?

- Neyse, bunları size anlatıyorum çoğu kimse dinlemiyor bile ama gerçekten üzülmüyorum şuan halime falan. Biliyorum çünkü benim o hayalimin aşkı ölümle tanıştığımdan sonra beni fark edecek. Uff çok mu klasik kaçtı buraya bu laf?

Önemli olan hayata iz bırakabilmek dostlar, bu bir gerçek ki filmin sonunda hepimiz öleceğiz.


6 Ocak 2017 Cuma

Ölememezlik

Bazen ocağa bir çay koyuyorum. Oturuyorum sandalyeye tam karşısında. Düşünüyorum, aslında orada düşündüğüm kadarım ve o kadarda yokum biliyorum. O çaydanlık kaynayasıya kadar olan zamanda sanki her şeyi yapabilirmişim gibi geliyor. Dünyayı değiştirebilirmişim gibi, ölebilirmişim gibi geliyor.

Ölmeyi o kadar çok istiyorum ki. Ama ölemiyorum lan işte. Kendim istesem de bunu ben yapamam. Ben yaşamak için çabalamalıyım. Beni yaratanın beni öldürmesi gerekiyor. Ben yaparsam, içimde bir yarım kalmışlık olacak. Benim yerime ölmüş olanın hakkını ben yaşayarak ödemem gerekiyor hissi var içimde. Duyduğum tek bir cümle yüzünden, o lanet olasıca soruya verilen cevap yüzünden ölemiyorum ben yıllardır. Hiç kimse için kaygılanmıyorum, arkamdan ne derler ne düşünürler gram umurumda değil. Ama yaşamak için çabalamak zorunda kalmak, hiç istemesem de bunu yapmam gerektiği düşüncesinin bittiği gün ölmüş olacağımı adım kadar iyi biliyorum.
Bu öyle yoksulluk, yalnızlık, ihanet gibi saçma sapan bir şey olmaktan çıkalı çok oluyor. Beni anlamanıza değil, beni dinliyor olmanıza ihtiyacım var. Beni dinleyen var mı? Sesimi duyan var mı diye haykırmak istiyorum artık. Bak Bülent ben buradayım, yanındayım seni dinleyeceğim ve karşılığında tek kelime etmeyeceğim gibi bir cümle duymak ve ağlamak istiyorum.

İçimde öyle bir boşluk var ki bunu birisinin anlaması bile bir şeyi değiştirmeyecek bu hayatta. Çünkü o hayat artık ulaşamayacağım benim olamayacak kadar uzakta. Ölmek isteyip de ölememe sebebim ile alakası yok ama ölmem için yeterli şeyi bana veriyor. 6 sene geçti, hayatımda ben kokusunu dahi duymadığım birisini herkesten her şeyden çok seveli tam 6 yıl oldu. O kadar hayat tanıdım, o kadar hayatın içine girdim. Belki içinde hissettim kendimi o hayatların ama unutulmuyor işte. O boşluk var ya beni öldürecek bütün sebeplere sahip. O boşluk yüzünden bütün vazgeçmişliğim belki de. Bu gün gelse dönmek istese kabul ederim ama o ilk tanıdığım günde ki hayatı sevmekten vazgeçireceğini, onun oluşturduğu boşluğu dolduramayacağını da adım gibi biliyorum.

Lanet etmek geliyor bazen insanlara sanki bir işe yarayacakmış gibi. Stolk’un söylediği gibi içinde sevgi barındırmayan tüm idelojileriniz yerin dibine batsın demek geliyor içimden. Ön yargılarınıza da lanet ediyorum, kaç hayatı harcadığınızı bilemediğiniz için. Önceliklerinize lanet etmek istiyorum, sanki bir daha şansınız olacakmış gibi ertelediğiniz için bir şeyleri. Bütün kalp kıranlarınıza ve kalp kırmaya sebep olanlara lanet etmek istiyorum, başka hayatları da kırdığınız için. Lanet etmek istiyorum o kahrolasıca egolarınıza, kendinizi beğenmişliklerinize, karşısındakine değer vermeyen her hareketinize. Anlamıyorsun, dinliyor musun?


Şaşırdınız mı? O sessiz, sakin, hiçbir şeye ses çıkartmayan, her şeyi reddeden, her şeyin doğrusunu bildiğini sanan Bülent’in içinde böyle bir boşluk var. Böyle bir ölememezlik var. Bu nefret var Bülent’in içinde. Üzülmeyin, kızmayın, acımayın, yardım etmeyin Bülent’e. Çünkü bana yardım edemeyeceksiniz. Buna izin verecek kadar muhtaç değilim sizin o kokuşmuş hareketlerinize. Bana harcayacak vaktiniz varsa barış getirmeye çalışın bütün Dünya’ya. O size daha çok ihtiyaç duyuyor her patlayan bombada.  
Öldüğüm zaman okuyup okuyup düşünürsünüz bir şeyler hakkımda ama şimdi düşünmeyin de bir nefes alayım.

Bülent Böceci