Acılardan bahsedip duruyorum, ölümden, yitip gitmekten. Bunu
aslında istemsizce yapıyorum.
Türkçem, benim dilim. Bu dil sayesinde, bu dili konuştuğum,
bu dili bildiğim kadarıyla düşünüp hissediyorum. Öyle bir acı yatıyor ki
içinde, hissetmeyenler anlayamıyor.
Çin esaretinde, Bizans sınırında, Rusların dibinde, alçak
Batıya karşı, işgaller altında, zulümlerde, horlanmalarda, yok sayılmalarda,
kurutulmaya çalışılırken soyu ve tuzakların içindeyken yüce Türk bu dili
konuşuyordu. Nasıl olsun da acıların dili olmasın Türkçe? Her kelimesinde, her
yazılan şiirinde bir acıya nasıl rastlamayalım?
Her sözcükte bir acı var bir de umudu var Türkçenin. Çin
esaretinde yok olmamak uğrunda özgürlük için çabalarken, ayaklanırken bu dili
konuşuyordu o yüce Türk, bu dili konuşarak koştu uçmağa Kürşadlar, bu dili
konuşurken özgür kaldı Bilge Kağan ile bu Türk!
O büyük Bizans ordusu karşısında askerlerine bu dil ile
seslendi Alparslan. Bu dil ile konuşurken şehit oldu o kutlu ordunun askerleri.
Bu dil sayesinde Türk, Türk oldu. Türkçe bu Türk sayesinde
oldu. Yanında düşen kardeşinin, çocuğunun, özlediği eşinin acılarını işledi her
akınında bu dile. Sadece Türk olduğunu hissedenler, Türkü sevenler konuşurken
hissediyor.
Neyi mi hissediyor?
Tarihteki yaşanılan her şeyi işlemişiz biz dilimize. Tarihimizi yazmasak
bile konuştukça geçmişimizi anlıyoruz. Bir sevda uğrunda, bir kut uğrunda,
adaletimiz ve özgürlüğümüz uğrunda yaşadığımız her günün umudunu ve geçmişte
yitirdiklerimizi konuştukça hissediyoruz.
Önemli olan dile sahip olmak, ona sahip olduğumuz kadar varız
bu Dünyada. O olmazsa bizde yokuz.