11 Aralık 2017 Pazartesi

Beklenti (İyi doğdum mu?)

Son bir saatte 4-5 tane sigara içtiysem artık bu yazıyı yazmanın vakti gelmiş demektir, dimi?

Her doğum günümde geçirdiğim yılı ve hayatımı analiz eder nelerin değiştiğini düşünürüm. Bu kez düşündüklerimin bir kısmını buraya da not düşmek istedim. Sonuçta kişisel blog yazıyorum, bundan doğal ne olabilir?

Her yıl fark ediyorum ki öyle değişiklik diyebileceğim bir şey olmuyor hayatımda. Tabi bundan bir altı yedi yıl öncesindekini saymazsak.
İnsanlar ve ben nedense doğum günleri için beklenti oluşturuyor. Hep acaba önümdeki yaşımda nasıl olacağım, hayallerimi gerçekleştirebilecek miyim, hayatımı düzene koyabilecek miyim, ruh eşimi bulabilecek miyim gibi sorularla kendilerini beklentiye sokuyor. Ben de doğal olarak arada düşünüyordum. Geçen sene geçirdiğim doğum günümden sonra pek düşünmemeye başladım açıkçası. Hayatımdaki tek değişiklik blog yazıyor olmak ve hedeflediğim şeye yaklaştığımı hissetmem oldu. Geçen seneki berbat doğum günümden sonra bu sene yazmayı planladığım kitabımı yazmış olmayı kendime hedef koymuştum, bildiğiniz beklentiye girmiştim. Tabi ne oldu? Yazamadım. Birden beynim durdu gibi bir şey oldu. Bu sene yazmamam gerektiğini hissettim. Anlayacağınız tek beklentimi de karşılayamadım.

Uzun zaman önce başka insanları beklentilerime dahil etmemeye başladım. Çünkü her zaman beni hayal kırıklılığına uğratıyorlardı. Farkında olduğum bir gerçeğin yüzüme vurulmasından hoşlanmıyorum, anlıyor musun? Anlamıyorsan şu eski yazdıklarıma bir bakmalısın. Başka insanların seni kırmasından daha acı bir şey var elbette ama bununla o şey birbiriyle yarışır benim düşünce dünyamda.

Neyse, diyeceğim şu ki (tabi yine mesaj vermeye çalışacağım), boşu boşuna her sene kendimizi beklentiye sokmamalıyız. En azından beklentinize başkalarını sokmayın. Bu arkadaşlığınıza da zarar verir. Beklentiler kötüdür. Beklenti yerine plan yapın ve sadece kendi kendinize başarabileceğiniz bir plan olsun. Eğer planınız başarısız olursa, bundan etkilenen sadece kendiniz olursunuz. Unutmayın, sadece kendiniz önemlidir. Kendiniz ve sizin hedefleriniz.



Mutlu yıllar, bir yaş daha yaşlanmış Bülent…

2 Aralık 2017 Cumartesi

Ne, Niye, Neden?

Merhaba,

Moralim bozuk bu günlerde yine, nedense. Hiçbir şey yapasım yok, yani yapıyorum ama ne bileyim eksik bir şeyler fark ediyorum. Mesela şu an saat üç buçuk ve Ahmet Şafak dinliyorum ama niye? İçimde bir burukluk var. Bunu açıklamak için binlerce sebep bulabilirim. Yay burcuyum belki ondandır diyebilirim, psikolojik problemlerim olabilir, belki geçmişten kalan bir sarsıntıdır ne bileyim böyle böyle birçok sebebi ortaya atabilirim. Ama, ama gerçek neden ne?

Bu günlerde birçok şey oluyor. Bir yandan gündem, politika, siyaset, devletin durumu, insanların saçma sapan manyaklıkları ve birçok şey. Bir yandan okul, ders durumları, gelecek planlarım ve yine birçok şey. Bir yandan duygusal olarak yıpranmam, aklımdaki düşüncelerim, hislerim, arkadaşlıklarım ve birçok şey. Peki, bu kadar şeyin bir anda üst üste gelmesi beni hangi noktaya itiyor? Nereye doğru gidiyorum? Bu sorunun taşıdığı anlam o kadar ağır ve cevabı o kadar belirsiz ki bunu sözcükler ile ifade edebileceğimi bile sanmıyorum. Sözcükler ile bile ifade edemediğim bir şeyi hem yaşayıp hem nasıl cevaplandıracağım? Bu noktaya vardığımda ben gerçekten de ben olacak mıyım yoksa her zaman eleştirdiğim o insanlardan mı olacağım? 

Bu yaşamın bir sistemi var, insanlar farkında olmadan ona kapılıp gidiyor farkında mısınız bilmiyorum. Ama yine de farkında olduğunuzu varsayıyorum, işte o sistemin içine ister istemez giriyorsunuz. O sistem sizi öyle bir sömürüyor, öyle yıpratıyor ve öyle bir noktaya itiyor ki siz, siz olmaktan çıkıyorsunuz. Artık sistemin bir vidası oluyorsunuz ama öyle kendinizi önemli hissetmeyin, olmasanız da hiçbir şey fark etmeyecek türden bir vida oluyorsunuz. Çünkü sizin yerinize koyulabilecek binlerce vida var ve sürekli olarak yaşam yeni vidalarını üretiyor. Bunun anlamı ne?

Şimdi Ahmet Şafak’ın şarkısından bir söz kulağımda yankılanıyor: “Yalnız kurt yenilmemeli.” Bir isyan ile sistemden nefret ederek yaşamın bu sistemini yıkmak istiyorum. Çünkü bu sistem beni yeniyor, bunu hissediyorum. Bu sistem beni yeniyor, seni yeniyor, sizi yeniyor, onları yeniyor yani herkesi bu sistem yeniyor. Yenemedikleri, yenmekte zorlandıkları kimlerdi biliyor musun? Biliyorsun, onlar işte şu an sana öğretilen o insanlar. O insan Atatürk’tü, o insan Mete Han’dı, o insanlar bizim atalarımızdı. Onlar bu sistemi değiştirmek istedi, değiştirdi ama hepsini yapamadı. Çünkü her insanın yaşayacağı belli bir süre var ve sonra ölüyor. İşte onlar başladı değiştirmeye, bu sistemi yıkmak için ilk balyozu indirdi. Her gelen biraz daha çabaladı. Bu yüzden işte pes etmiyorum, sorularımın cevaplarını arıyorum. Atalarımın mirasına sahip çıktığımı hissediyorum. Atatürk diyor ya “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.” bunu benim atam söylüyor. Bunu söylüyor çünkü o da biliyor, tek başına yapabileceğinden daha büyük bir şey sistemi değiştirmek. İnsanlara, arkadaşlarıma, aileme ve kendime insanca bir yaşamı hak görüyorsam bir şeyleri değiştirmem gerekiyor. Çünkü şu an “insanlık” bataklığa saplanmış durumda. Anlıyorsun değil mi? Bu yarın ne yemek yiyeceğimden, kiminle evleneceğimden, ölünce kalacak mirasımdan, ne kadar para kazandığımdan, hangi mesleği yaptığımdan, hangi elbiseyi giydiğimden, hangi telefona arabaya sahip olduğumdan daha BÜYÜK bir sorun. Az önce saydıklarımın hepsinin gerçek olabilmesi için düzgün bir yaşama sahip olmamız gerekiyor. Gerçek bir ahlaka, düzgün bir sisteme, gerçek bir vicdana ihtiyacımız var. Daha çok paraya, tanınmaya, ilgi görmemize ve beğenilmeye ihtiyacımız yok.  Kendimizi boşuna neden kandırıyoruz? Biraz vicdan, akıl, dürüstlük ve insanlık her sorunumuzu çözecek iken bu kadar boşuna kürek çekmek niye?
NİYE?!

Eğer yazdıklarımı okuyorsanız yorum yapın, mail atın, gelin iki fikir üretelim, tartışalım. Gelin sizi dinleyeyim, çünkü artık yıprandım. Elle tutulur düşüncelere ihtiyacım var. Anlıyorsun değil mi demeyeceğim, anla lütfen.


18 Kasım 2017 Cumartesi

İki yüzlülük

İki yüzlüsünüz. Bunu söylemek için yazıyorum bu sefer.
Mesela ne zaman iki yüzlüsünüz biliyor musunuz? Dinden imandan bahsedip sokakta gezen sevgilileri kendinize dert ettiğinizde birinci yüzünüzdesiniz. Çocuklar ve kadınlar tacize, tecavüze ve şiddete maruz kaldığında susuyorsunuz ya işte o zaman ikinci yüzünüzdesiniz.
Yeri geldiğinde vatansever yeri geldiğinde cemaat sever yeri geldiğinde parti sever yeri geldiğinde şahıs sever olduğunuzda, bu kez ikiden fazla yüzlüsünüz.
Haksızlığa uğrayan sizin tarafınızda olduğunda bir yüzünüzdesiniz. Haksızlığa uğrayan sizden değilse o zaman işte ikinci yüzünüzdesiniz. Haksızlığa uğrayanları ayrıştırmaya başladığınız anda iki yüzlüsünüz.
Ey kendini aydın gören sol parti taraftarları, siz de iki yüzlüsünüz. Atatürk’ü çok sevdiğinizi diktiğiniz heykellerle, facebookta fotoğrafını paylaşarak gösterdiğinizde bir yüzlüsünüz. Atatürk ilkelerinden sadece laikliği dindarlığa karşı bir şeymiş gibi dikte ettiğiniz zaman ikinci yüzünüzdesiniz. Neden biliyor musun? Atatürk hiçbir zaman sol görüşlü birisi olmadı. Evet, belki devrim dediğiniz şeyi yaptı. Ama bu onu solcu hiçbir zaman yapmadı. Siz Atatürk ilkelerini sadece lafta savunduğunuzda iki yüzlüsünüz. Sizler her dindar gördüğünüzde Atatürk ilkelerini hatırlattığınızda Atatürk’ü hiç tanımadığınızı göstermiş oluyorsunuz. İki yüzlüsünüz.
Evet sıra sende şekilci kardeşim. Sen başını örttüğün anda Müslümanlıkta zirve yaptığını sandığında bir yüzlüsün. Ama Kur’an okunurken dinlemeyip telefon oynadığında, birisine haksız yere iftira attığında, etrafındaki kötülüklere tepki göstermediğinde, gösteriş yaptığında ikinci yüzündesin. Sen Müslümanlığa şekil olarak bağlı kaldığında, bir kişinin düşüncesinin peşinde kendini harcadığında, savunduğun görüşüne aykırı davrandığında iki yüzlüsün.
“Vatanımız için canımızı veririz, gidelim vuralım asalım keselim şehit olalım.” dediğinde sen bir yüzlüsün. “Hadi askere” dendiğinde, yaşın geldiğinde “Bedelli çıksın, ülkemizin ekonomisine katkı sağlamak istiyoruz.” diye ağladığında işte sen ikinci yüzündesin. Sen canını vatanından çok sevdiğinde, sen vatanı için işinden vazgeçemediğinde, milletin gariban çocuklarını düşünmeden askerlikten yırtmak için bin bir türlü alavere düşündüğünde iki yüzlüsün.
Sayın makam sever kişi, kişiler. Siz iki yüzlünün dik alasısınız. Makam peşinde koştuğunuz kadar hizmet peşinde koşsaydınız şu an bunları yazmıyor olurdum. Siz sustuğunuz için ben konuşuyorsam kusura bakmayın ama siz iki yüzlü bile değilsiniz, siz yüzsüzsünüz. Kaybedeceklerinizi düşünüp susuyorsanız siz makamlarınızı hak etmiyorsunuz. Size o kaybedeceklerinizi veren de o makamda oturmanıza sebep olan şey de hizmet etmeniz gereken halkınızdır. Eğer onlardan kendinizi üstün görüyorsanız, eğer onları düşünmeden hareket ediyorsanız yani bencilseniz size bu vatan size yatacak bir karış toprak dahi vermeyecek bunu unutmayın. Ben hayatımın henüz başındayken bütün geleceğimi riske atarak bir şeyler üzerinde fikir beyan ediyorsam, siz bunca yaşadıklarınızı unutarak bir şeyleri değiştirmek için çabalamıyorsanız siz korkaksınız.
Allah’tan başka neden korkuyorsunuz?

26 Ekim 2017 Perşembe

Problemlerimiz: Kültürel Yozlaşma - 2

Bu başlığın birinci bölümünde anlattığım probleme başka bir taraftan yaklaşacağım bu yazımda. Kültürel yozlaşmayı en çok etkileyen etken benim için önceden evlilik programlarıydı. Artık evlilik programları yasaklandı. Bu iyi bir gelişme. Ancak toplumun bunu kendi isteği ile izlemeyi bırakmasını ve programların bu şekilde bitmesini diliyordum. Şuan yasaklanan bir program ileride tekrar yayınlanmaya başladığında izleyici kitlesi tekrar o programlara yönelmemesi için bir neden yok. Bu yüzden toplumun bu konuda aydınlanıp kendi isteği ile bırakması gerekliliğine tekrar vurgu yapmak istedim.
Bu yazıda kültürel yozlaşmayı artıran, şu an benim düşünceme göre en önemli etkenden bahsedeceğim. Bu etken “Popüler Kültür”dür.

Popüler kültür, fark etmeden insanların düşünce yapısını etkileyen, hem bireyi hem de toplumu içten içe bir bataklığın içine sürüklediği için kültürel yozlaşmanın şu an için ana sebeplerinden birisidir. Bunu şöyle açıklamak yerinde olacaktır. İnsanlar kendi tercihleri doğrultusunda bir şeye ilgi duyması normal olandır. Elbette birçok kişi kendi isteği ile aynı şeylere ilgi duyabilir. Ancak insanların kendi tercihleri olduğunu düşündüğü şeyleri aslında belli bir mekanizma tarafından yönlendirildiğini nasıl anlayacağız ve bunları ayırt edebileceğiz? Şu şekilde ayırt edebiliriz, eğer o anda reklam organları (televizyon, internet, sokaktaki panolar vb.) belli bir düşünceyi destekleyecek şekilde düzenlenmiş ise ve bu düzenleme insanları belli bir şeye yönlendiriyorsa burada algı operasyonu var demektir. İnsanların artık o şeye ilgi duyması ve popüler hale gelmesi olasılığı yüksek bir durumdur. Bunu anladıysak şimdi bu algı operasyonunun kültürümüzdeki yapılara yönelik küçük düşürücü bir şekilde uygulandığını düşünelim. Eğer algı operasyonu el yoluyla bulaşan hastalıklara yöneltilirse ve toplum el ile bulaşan hastalıklar konusunda çok titizlenmeye başlarsa, “küçükler büyüklerin ellerini öper” şeklindeki geleneksel düşüncemize olumsuz bir etkisi olmayacak mıdır? Artık aileler çocuklarına büyüklerin ellerini öpmemesi konusunda uyarmaya başlayacaklardır. Çünkü el ile bulaşan hastalıklar konusunda gereksiz olarak fazlasıyla uyarılmıştır. Böylelikle çocuklar büyüklerine saygı göstermesi gerektiğini beklide anlayamamaya veya kavrayamamaya başlayacaklardır. Bu şu an bulduğum bir örnekti. Belki uç bir örnek bile olmuş olabilir bilmiyorum.

Bu konuyu kafamda bir problem haline getirmemin nedeni aslında başkadır. Artık ülkeler ülkeleri askerleriyle işgal etmiyor. Etmeye çalışsa bile insanlar buna çoğu zaman gerektiği cevabı verebiliyor. Fransız Devriminden beri insanlarda milliyetçilik düşüncesi farkında olmadan çok fazla yayıldı ve kalıcı bir hale geldi bile diyebiliriz. Kimse vatanında başka bir ülkenin askerini görmek istemez. Bu yüzden ülkeler işgal politikalarını değiştirdiler. Örneğin, Arap baharını düşünelim. Hiçbir Avrupalı devlet kalkıp da Arap ülkelerini askerleriyle işgal etmedi. Halk aslında devrim yaptığını düşünüyordu. Devrim yaptıktan sonra daha düzgün bir hayat sürebileceklerini düşünüyorlardı muhtemelen. Mesela Kaddafi’yi düşünelim. Artıları olduğu gibi eksileri vardı. Ama en önemli özelliği Avrupalı ve Abd gibi ülkelere mesafeli davranmasıdır. Arap liderleri uyardığı konuşmasının videolarını internetten görebilirsiniz. Halka Kaddafi’nin kötü bir yönetici olduğu ve diktatör olduğu yalanı gizliden gizliye aşılandı. Kaddafi’nin kötü olduğu bir anda popüler oldu. Ve halkı birden Kaddafi’ye ihanet etti. Hal bu ki bence halkının Kaddafi’ye ihanet etmesine bir neden yoktu. Ancak algı operasyonu o şekilde kullanıldı ve halkı bunu yapması gerekliliğine inandı. Kaddafi’nin nasıl öldüğünü çoğu kişi bilir. Peki Kaddafi’den sonra Libya düzeldi mi? Süper güç falan oldu mu? Hayır. Sadece onun kötü olduğu ve öldüğünde süper olacaklarını düşündüler. İşte algı operasyonu ve popüler kültür saçmalığını fark edememenin sonuçları budur.
Ülkeleri askerler ile işgal etmeye gerek yok artık. Yapılacak şey insanları kendi değer yargılarından ayırmak, düşüncelerini yönlendirmek ve popüler bir kültür oluşturmaktır. Bunu Avrupalılara benzetmek ve Avrupalıların süper oldukları yönünde yaptığınız durumunda insanlar kendilerini ve kültürlerini aşağılık olarak göreceklerdir. Artık Avrupalı olmak moda olacaktır ve Avrupalı olmaya çalışmayanlar sadece aşağılık birer “varlık” olarak görülecektir. Kendi kültürünü bıraktığı durumda geriye toplumdan ne kalır? Artık yabancı dil konuşmak, yabancılar gibi davranmak “elit”, Türkçe konuşmak ve Türk geleneklerine bağlı olmak “sıradan ve aşağılık” bir eylem olacaktır. Bu olduktan sonra o ülkeyi işgal etmişsin etmemişsin bir şey fark etmez. Maliyetsiz olarak sömürge ve köleler elde etmiş bir Avrupalı ülkeler topluluğu ortaya çıkacaktır. Zaten şu an da böyle bir topluluk var. “Avrupa birliği” adı altında sömürgeci devletler topluluğu oluşturmuşlar. Biz de hala bizi aralarına alacaklarını düşünüyoruz. Bunu düşünmemizin sebebi de popüler olanın Avrupa birliği ülkesi ve Avrupalı sayılmak olduğu içindir. Buna neden ihtiyaç duyuyoruz? Kendi kültürümüzden ve düşüncelerimizden daha mı önemlidir Avrupalı olmak?

Bu gerçekten de önemsediğim ve insanların fark etmesi gerektiği bir problemdi. İnşallah sizlere yeteri kadar anlaşılır bir şekilde anlatabilmişimdir. Yazılarım hakkında düşünceleriniz olursa “Künye ve İletişim” bölümünden bana mail atabilirsiniz veya yorum yazabilirsiniz.



24 Ekim 2017 Salı

Derin duygu

Bir derin duyguya kapılıyorum. Derin dediysem anlıyorsunuz siz. O ince sızı, o iç çekişle gelen ve yüreğinin içinde kamp kuran bir duygu. Anlatılamayacağı belli iken hala anlatılmaya çalışan o duygu. Kapılıyorum, sürükleniyorum denizlerinde. Dalgaları, hırçın değil onun. O sessiz sakin kendine özgü şekilde dalgalara sahip, çokça huzurlu ama biraz endişe verici. Rüzgarla birlikte üşütüyor içimi. Gölgede soğuk, gözlerinde sıcaklaşıyor ısım. Görüyorum, bu görmek göz ile olacak iş değil bu sefer. Bu duyguda görmek bir göz eylemi olmaktan çıkıyor. Saç uçlarımdan bile görebiliyorum, öyle görmek benimki. Aslında arzuluyorum olmadığın her saniyede iç çekişlerimi, göğüs daralmalarımı ve en önemlisi parmak uçlarımdan bile kokusunu duymayı. O derin duygu için ihanet ediyorum bildiğim tüm kurallara, sevgilere, sevgililere ve sevişmelere. Cezalandırılmıyorum, çünkü ihanetlerimi gizliyorum aceleyle. İhanetlerime hiç kimseleri dokundurtmuyorum. Kendim bile unutuyorum ve günahsız olduğumu iddia ediyorum. Yalan söylüyorum her yeni duyguya, günahsız geliyorum sana diyorum. Yalanların en büyüğünü söylüyorum ama belli etmiyorum. Ustalaşıyorum yaptığım bu gizli oyunumda. İlk perde kapandığı vakitte, sessizce neler kazandığıma bakıyorum. Neler kaybettiğimi hiç umursamıyorum. Çünkü kazandığımı düşünüyorum.
Yatsılar geçiyor, mumlar sönmüyor artık. O devir geçti diyorum içimden, o devir geçti. Artık ustalaştım bu oyunda. Sonra dönüyorum, dolaşıyorum, yaşlanıyorum. Unutuyorum gittiğim duyguları, tekrar ilk duyguma dönüyorum. İlk derin duygum, unutmuşum onu. Yine aynı oyunu oynuyorum hiçbir şeyden habersizce. Akıllanan duygum beni kandırıyor. Darbelerin en büyüğünü vuruyor. Ya da ben öyle sanıyorum. Yıpranıyorum, yıpratılıyorum. Bunları en kötü zamanlarım sanıyorum. Ama öyle olmadığını anlıyorum. O duygudan sonra bir daha hiçbir duyguya gidemiyorum. Istırap çekiyorum, isyan ediyorum. Yine de gidemiyorum.

Nefret etmeye başlıyorum artık derin duygulardan. Nerede görsem kaçıyorum, kaçmaya çalışıyorum. Gizli gizli yerler keşfediyorum içimde. Saklandım sanıyorum. Sonra mı? Sonra işte bir derin duyguya kapılıyorum. Kaçamıyorum, çünkü artık yorulmuşum. Yaşlanmış yüreğim, artık gözlerimle görmeye başlıyorum. Bu bildiğimiz görmek oluyor. Eski zamanlarımı hatırlıyorum, hüzünleniyorum. Yürüyorum, hiçbir yol çıkmıyor denize. Bir rüzgar essin diyorum, alsın götürsün içimdeki bu derin duyguyu. Olmuyor. O derin duygu hiçbir denize götürmüyor, dalgalar artık rüzgar ile coşmuyor. Anlıyorum, aslında hiç anlamıyorum artık. Derin duygu ne demek onu bile bilmiyorum…

22 Ekim 2017 Pazar

Problemlerimiz: Gelir düzeyinin eğitimi etkilemesi

Merhaba,
İlk olarak geçmişe giderek eğitim konusunda birkaç düşünce belirtmem ve hatırlatmam gerekiyor. Osmanlı dönemi, Selçuklu dönemi ve Cumhuriyetin ilk dönemlerinde bilindiği üzere okumuş kişi sayısı öyle fazla değildi. Cumhuriyet döneminde artış oldu ancak bu şu anki duruma göre gerçekten düşük bir oran. Osmanlı döneminde, Selçuklu döneminde ve belki daha önceki dönemlerde okumaya gönül vermiş ve kendini bu yönde geliştirmek isteyen insanlar zamanın eğitim kurumlarında veya bilgili “hoca, aydın” vb. kişilerin yanında çırak olarak eğitim görüyorlardı. O zamanlar şu anki gibi vergiler, kapitalizmin cazibesine kapılmak ve gereksiz oyalayıcı şeyler olmadığı için insanlar şu ana göre daha rahat bir şekilde hedefleri doğrultusunda hareket edebiliyordu. Tabi o zamanlarda başka zorluklar vardı, yoksa neden okuma oranı bu kadar düşük olsun? Cumhuriyet döneminde de Atatürk’ün eğitime verdiği önem sayesinde istediğin mesleği yapmak ve eğitimini almak kolaydı. Bunu öğrenmek için birçok kaynak bulunuyor. Bu yazının konusu bu olmadığı için daha fazla detaya girmeye gerek duymuyorum.

Şimdi ise, daha önce yazdığım yazılarda değindiğim kapitalizm denen bir ticaret batağında insanların harcanması, beyinlerin yıkanması ve insanın yaşadığı kimlik bunalımlarını bu konuya bağlayabilirim. İnsanlar, farkında olmadan gerekli gereksiz birçok şeye para harcıyor. Sırf marka olduğu için ve o an onun moda olduğunu düşündüğü birçok eşyaya paralarını harcıyor. (Nasıl oldu bilmiyorum ama iki cümle de aynı şekilde bitti.) Buna örnek vermek gerekirse, elimizde henüz eskimemiş ve ihtiyaçlarımızı karşılayabilecek bir telefonumuz var. Ancak bunun daha iyisi çıktığında, ihtiyacımız olmamasına rağmen onu almamız gerektiği düşüncesine yöneltiliyoruz. Ama HİÇ ihtiyacımız yok, çünkü elimizdeki telefon hala işimizi görüyor. Bu tamamen çevresel etmenler yüzünden oluyor. Şimdi böyle aldığımız birçok eşyayı düşünün, gelirimizin büyük kısmı böyle şeylere hibe ediliyor. Bunlara paramızı harcamamış olsaydık gelirimizi eğitim için kullanabilir miydik? Evet. Şimdi bu anlattığımı aklınızda tutun. Bir diğer konuya geçiyorum.

Şu an devletin bizden doğrudan ve dolaylı yollardan aldığı vergileri düşünün. Doğrudan olana örnek vermek gerekirse, katma değer vergisini sayabiliriz. Dolaylı yoldan olana ise şöyle bir örnek vermek yerinde olur. Bir araç alıyoruz, bu aracın fabrikadan çıktığındaki satış miktarı x olsun. Bunun kar miktarını ekliyoruz, x+k. (k- kar) Türkiye’ye girişinde kesilen ötv, mtv, kdv birçok vergiyi ekleyelim, x+k+v+v+v+v. (v- vergi) Normalde 10 bin lira olan araba kar ile 15 bin olsun. Vergiler ile birlikte 45 bin lira civarı bir paraya bize satışa sunuluyor. Fazladan 30 bin lira para ödedik. Bu parada yine bizim cebimizden çıkıyor. Vergiler bu kadar yüksek olmasaydı, gelirimizi eğitimimize harcayabilir miydik? Evet. Şimdi vergiyi de aklımızda tutuyoruz. Artık asıl konuya geçiyoruz.

“Gelir düzeyi eğitimi nasıl etkiler?” sorumuz bu. Yukarıda anlattığım üzere zaten gelirimizi zaten çok fazla şeye gereksiz olarak hibe ediyoruz. Bir de gelirimiz düşük ise, aile çocuğuna nasıl daha iyi ve çocuğun istediği “yetenekli olduğu, ilgisinin olduğu” bir alanda eğitim görmesini sağlayabilir? Örneğin, eve sadece asgari ücret girdiğini düşünelim. Aile 3 kişilik olsun. (CB’mız en az 3 çocuk dedi ama olsun.) Şimdi gelirin bir kısmı vergilere gidiyor, G(Gelir). G-v-v-v… Ev masrafları var tabi bir de. Geriye bir şey kalırsa, diyecektim ancak geriye bir şey kalmıyor. Şimdi bu ailenin çocuğunun Türkiye'nin en iyi üniversitesinde konservatuvar okuyabileceğini düşünüyor musunuz? Bu çocuk örneğin İstanbul gibi bir yerde sadece devlet bursu olan 450 TL ile hadi yine iyiyiz diyelim devlet yurdunda kalarak, yaşayabileceğini düşünüyor muyuz gerçekten? Bakın bunun bir olasılığı yoktur. Çocuğun İstanbul’da bir işe girip çalışması gerekir. Bu çocuk okusun mu çalışsın mı? Okumak için çalışsın şıkkını işaretledik, ancak şimdi bir sorunumuz daha var. İş nasıl bulacak? Buldu diyelim bu iş ne kadar ona para kazandırabilir? Okumasına ve yaşamasına yetecek bir miktarda para kazanmasının olanağı yok. Ayrıca bu şekilde okumayı başardı diyelim, konservatuvar okuyor. İş bulması ve mesleğini yapabilme olasılığı da pek olası gözükmedi benim gözüme.

Bu aile çocuğunu böyle bir yükün altına atmaz. Bu şekilde eğitim görmenin ve sonu öyle çok belirli olmayan bir alanda ilerlemesi emin olun hem zor hem de çocuğun üzerindeki ruhsal etkisi çok olumsuz olacaktır. Bu şekilde eğitim gördükten sonra insanın içinde ister istemez bir “aşağılık duygusu” ortaya çıkar. Bu aşağılık duygusu da şudur: İstanbul’da en iyi olarak tabir edilen bir okuldaki öğrencilerin çoğunun ailesinin geliri ve olanakları çok fazladır. Arkadaşlarıyla kendi hayatını karşılaştırmaya başladığı takdirde kendisini onlardan daha “ezik” hissetmeye başlar. (Bu tanımlamalar kötü olsa da hayatın gerçekleri, kimseyi aşağıladığım falan yok. Yanlış anlaşılma olmasın.)

Bu örneğimizdeki çocuğun illa ki üniversite okuyorsa sonunda iş olanağı olan bir bölümü, yaşamın pahalı olmadığı bir şehirde okuması zorunlu hale gelir. Bunu yapsa ne olur? İstediği bölümü okumamış, hayallerini yırtıp atmış olur. Bir insanın hayalinin yok olması demek o insanın yaşamasının pek bir anlamı olmadığı düşüncesine beni itiyor. Sürekli bunu size anlatmaya çalışıyorum. Hayallerimiz ve düşüncelerimizi ne kadar elde edebiliyorsak o kadar yaşıyoruz. Her hayal ve düşünce sonuca ulaştığında iyi veya kötü şekilde çevresine iz bırakır. “En son adını hatırlayan insan öldüğünde hiç yaşamamış olacaksın.” bakış açısına göre bir insanın hayalini elinden aldığınızda o insan zaten bence yaşamamış sayılır.

Şimdi gelir düzeyi iyi olan bir aileyi örnek alalım. (Hak geçmesin J) Gelir düzeyi iyi bir aile tanımım benim şu şekilde, hem anne hem baba çalışıyor ve bunların gelirleri toplamı aylık en az 8 bin - 10 bin TL'nin yakınlarındaysa bu aile iyi gelirli bir ailedir. Yine tek çocuğu olduğunu düşünelim. Bu ailenin çocuğu, isterse gider yurt dışında eğitim görür, isterse Türkiye’de özel bir üniversitede güzel sanatlar okur. Neden okur biliyor musun? Çünkü zaten tek çocuk, zaten ailesinin geliri iyi gelecek kaygısı neden olsun? Annesi babası öldüğü durumda bile ailesi çocuğunun bundan sonraki hayatı için yatırım yapmış olur. Böyle bir durumda çocuk ileride acaba iş bulur muyum, işsiz kalır mıyım gibi sorularla kafasını meşgul etmeden istediği bölümü okuyabilir. Bunu bu yazıyı okuyan herkes adı gibi biliyor.

Ben sizin bilmediğiniz bir şey anlatmaya çalışmıyorum. Sizi bu konu üzerinde düşündürmeyi ve bu durumu düzeltmeye çalışmanız için teşvik etmeye çalışıyorum. Sadece BoraSu’lar Berkecan’lar hayalleri peşinde koşmasın, Anadolu’da yaşan Bülent’ler Hüseyin’ler de hayallerini gerçekleştirsin diye çabalamamız gerektiğini size anlatmaya çalışıyorum. Kendimi acındırmıyorum tabi, isteseydim ben de gidip İstanbul’da bilmem ne üniversitesinin adını bile söyleyemediğimiz bir bölümünde okuyabilirdim. Ama yaşadığım şehirde istediğim bölümde okumak benim tercihimdi. Elimde olanağım olmasına rağmen yapmadım ve yapmak isteyen geliri düşük olan ailelerin çocukları olabilir diye bu durumun düzelmesi için sizlerin ilgisini ve düşüncesini bu yöne yöneltmek istiyorum. Çünkü elimden bu geliyor, sonuçta ben de öğrenciyim. Devrim yapacak halim yok şuan, ama ileride elimize olanak geçtiğinde bu durumun düzelmesi için bir şeyler yapmalıyız. Bunu yapabilmek için şimdiden bu konu üzerinde gerçekten sorunları çözecek çözümler bulmaya çalışmalıyız.

(Yukarıda yazdığım isimleri salladım. Genelde gelir düzeyi iyi aileler çocuklarına böyle isim koyuyor, diğerleri de işte normal isim koyuyor. “İsimleri mi ayrıştırıyorsun artık Bülent?” Evet, bunu da ben ayrıştırıyorum. Sanki her şey birleşik de bu ayrışıyormuş gibi kafaya takmayın diye söylüyorum bunları. J))

17 Ekim 2017 Salı

Dışlanış

Öyle dışlıyorsunuz ki insanı,
Öyle farkında olmadan
Fark ettirmeden
Fark ettirmemeye çalışarak
Ama öylesine soğuk ve sert çelik gibi
Dışlıyorsunuz, dışlanıyorsunuz.

Her dışlayışınızda biraz daha,
Hep biraz, biraz dışlanıyorsunuz.
Fark etmeden,
Fark edemeden.

Geç kalmışlığımız, geciktiriyor her şeyi.
Hep ceza kesiliyormuşçasına,
Hep o bakışlarla yargılıyormuşçasına,
Boynunda urgan ile darağacında
Bir insan duruyor.
Gülmüyor, ağlamıyor, düşünmüyor.
Hem düşünse ne çıkar çaresizlikten başka?

Düzen savunuculuğu yapıyorsunuz.
Dışlıyorsunuz, yargılıyorsunuz, cezalandırıyorsunuz.
Arkadaşlıklarınız, aşklarınız, çıkarlarınız…
Öylesine soğuk, öylesine, hep öylesine yapıyorsunuz.

İçlerinden çıkmıyor.
Kinleriniz, fesatlıklarınız, önyargılarınız
Hep engel oluyor.
Engel, engeliniz, engelimiz nefes alıyor oluşumuz.

Dışlanıyoruz, dışlanıyorum.
Fark etmeden,
Fark ettirilircesine,
Sıcak değil ama soğuk da değil.
İçten içten dışlanıyorum.

Hayattan, insanlardan, insanlıktan..

16 Ekim 2017 Pazartesi

Türk Edebiyatının yeni akımı: Rap Müzik/Şiiri

Lise yıllarımdayken bazen rap sözü yazmaya çalışırdım. Bazen bunu başardığımı düşündüğüm bile oluyordu. Hatta birkaç sözünü yazdığım şarkı bile kayıt altına almıştım. Şimdi o zamanları düşünüyorum. Umursamazca istediğimi, düşündüğümü yazabiliyordum. Bu yüzden hala rap müzik dinlemeye devam ediyorum. Bence -çok ciddi olarak savunurum bunu- şuan edebiyat ve şiir kendisini rap müzik ile devam ettiriyor. Öyle parçalar görüyorum ki gerçek bir sanat eseri, şiir tanımının yükümlülüklerini taşıyan bir şiir gibi yazılmış. (“Şiir tanımının yükümlülükleri” de ne saçma bir tamlama oldu.  Şiir tanımında kimi esas alıyoruz da yükümlülüklerini de ona göre belirliyoruz belli değil ama herkes sanki tek bir tanımı esas alıyormuş gibi bir tavır takınıyor. Garip ama ben de kullandım bunu.) Bence artık edebiyat araştırmacıları artık bu şiirleri kabullenmeli ve üzerinde çalışmalı, bunların günümüz edebiyatı olduğunu vurgulamalılar. Eğer şuan bir edebiyat ekolü olarak tanımlayabileceğimiz bir topluluk tanımıyorsak, bunun sebebi rap müzikteki şiirleri görmezden geldiğimiz içindir.
Şimdi bu söylediklerimi okuyanlar şu argümanı öne atarak düşüncemi yıpratmaya çalışabilir, aklıma ilk bu geldi o yüzden bunu açıklayayım. “Rap müzikteki şiirlerde çoğunlukla küfür, argo, cinsellik ve birçok kötü şeylerden bahsediliyor.” Evet, aslında bu doğru olabilir. Ancak topluma baktığımızda küfür, argo, cinsellik gibi çoğu şey toplumda şuan yaşıyor. Diğer müzik türlerindeki şiirler gibi veya divan edebiyatındaki gibi toplumdan uzak bir edebiyat olsaydı bir şey değişir miydi? Zaten benim bir ekol olarak rap şiirini öne atmamın sebebi bu gibi şeyleri içermesindendir. Toplum şuan bu yönde ilerliyorsa, “bizler araştırmacıyız, elitleriz, akademisyeniz” gibi bir bakış açısı ile edebiyatın içinde olan bu şiiri görmezden gelmek görevini ihmal etmektir. Şahsen ben akademisyen olursam veya olamazsam da bu konu üzerinde çalışmayı planlıyorum. Nazım Hikmet, Turgut Uyar, Edip Cansever vb. birçok şair yaşadı, edebiyatını yaptı ve artık edebiyat onların bıraktığı noktadan farklı bir noktaya doğru ilerledi. Şiirin içinde argonun olması şiirden bir edebi değer düşürmeyeceğini savunuyorum. Eğer şiir halkın duygularını, yaşadıklarını anlatıyorsa halkın düşündüğü biçimde icra edilmesinin ne gibi eksik bir yanı olabilir? Herhalde hala “şiirde ölçü olmalı” “şiirde karmaşık söz sanatları olmalı” gibi saçma sapan bakış açıları içinde sürükleniyoruz? Bunları biz Cumhuriyet Dönemi şiirinde aşmış olmamız gerekiyor. Bunların herkes tarafından aşıldığına inanıyorum.
Artık edebiyatımıza yeni bir sayfa açmanın vakti geldiğini söylemeye çalışıyorum. Artık edebiyata farklı bir bakış açısı arıyorum. Çünkü benim küçüklüğümden beri, hatta eminim son 30-40 yıldır aynı sınıflandırma içerisinde ilerliyoruz. Cumhuriyet dönemi edebiyatı artık yeni bir soluk aldı ve bunu fark etmemiz gerektiğini düşünüyorum.


28 Eylül 2017 Perşembe

Unutmak


Bazen bir şeyi hatırlayamadığımız olur. O an gerçekten çok gerekli bir bilgidir. Ancak bunu hatırlayamayız. Biliyorsunuz değil mi bu durumu? İşte böyle zamanlarda çok moralim bozuluyor. İhtiyaç duyduğum bilgiyi unutuyorum ama bazı şeyleri hiç unutamıyorum. Bu çok adaletsizce ve sinir bozucu bir durumdur. Günlerimizi, aylarımızı, yıllarımızı harcıyoruz ancak aklımızdan bazı olaylar, bazı insanlar bir gram dahi eksilmiyor hafızamızdan. Teknoloji gelişse de hafızamızı tasarlayabilsek keşke. Ben öyle “insanları robotlaştırıyorsunuz” diye çığırtkanlık yapan tayfadan değilim bu konuda. Güzel kardeşim anlamıyor musun yoruyor bunları hatırlıyor olmak. İnsanların robotlaşmasını geçtim daha güzel bir insanlık bile oluşturabiliriz. Bazı insanların, benim gibi insanların hafızasından kötü hareketleri, davranışları silelim bakalım Dünyada bu kadar kötülük kalıyor mu görürüz.
İnsanlığın büyük bölümünü, tarihin büyük bölümünü unutmuşuz. Bundan hiç rahatsız olmamak nasıl elimde olabilir? Örneğin bizim tarihimizi en eski Orhun Abidelerine veya ondan birkaç yüz yıl eskisine kadar götürebiliyoruz. Gerisi varsayım. İyi de insanlar yüz binlerce yıldır hayatta. Biz yoktan mı var olduk? Göktürklerden öncekiler hakkında pek elle tutulur kaynağımız yok. Resmen unutmuşuz. Buna nasıl sinir olmayayım? Mısırlılara övgüyle bakıyorum bu konuda. Yazıyı belki bulamamışlar ama harika tasarımlarla piramitler yapmışlar ve bunlara resimsel olarak tarihi anlatmışlar. İlla yazı yazıyor olmamız gerekmiyormuş demek. İyi de neden biz ve birçok millet geçmişine değer vermeden bunca yıldır yaşamış? Belki bir afet oldu insanlık büyük bilgi birikimini kaybetti bunca yılda. Ancak elimize fosillerden başka elle tutulur bir kaynak nasıl geçmez? Bu konu gerçekten benim sinirimi bozuyor. Geçmişi bilememek koskoca bir boşluğun önünde yürüyormuş hissi yaratıyor içimde, ürperiyorum.
Tabi bir de yakın zamanda yaşadıklarını unutanlar var. Öyle bir unutuyorlar ki bir iki kişi değil halkın büyük bölümü birden hafızasını siliyor. Bombalar patlıyor, insanlar ölüyor, skandallar yaşanıyor, acılar çekiliyor ancak bir saat sonra pat her şey unutulup gidilmiş. Hepsi sadece haberlerde görülen küçük bir ayrıntıdan ibarettir. İnsanların etrafında ne olduğundan hiç haberleri yok, haberleri olsun dahi istemiyorlar. Tek anlam, önem merkezleri kendileri olmuş. Hadi biraz daha zorlayalım, ailelerini de katıyorlar bu çerçeveye. Gerisi ölmüş, acı çekmiş, haksızlığa uğramış umurlarında değil. Neden? Neden unutuyorsunuz? Bu kadar kör, sağır, dilsiz olarak yaşamaya yaşamak mı diyorsunuz gerçekten? Bundan eminim ki vebaliniz çok büyük! Atatürk ne diyordu? “Evvelâ millete tarihini, asil bir millete mensup bulunduğunu, bütün medeniyetlerin anası olan ileri bir milletin çocukları olduğunu öğretmeliyiz.” Bu sözü bu ülkenin kurucusu son büyük lideri söylemişken nasıl geçmişinizi unutup gözlerimizi kapatarak yaşamaya başladık? Atatürk’ü Atatürk yapan o zamanlar bile bu kadar bilinemeyen büyük tarih sevgisiydi bence. Geçmişi o kadar güzel okumuştu ki geleceğe yön verebildi. Gerçekçi olabildi ve yapılması gerekenleri yaptı. O korkmadı, o unutmadı, o gözlerini kapatıp duymamazlık ve konuşmamazlık yapmadı. Bu sayede Atatürk olabildi. Atatürk için söylediğim tarihe iz bırakmış bütün liderlerin ortak özelliğidir. Geçmişi unutmama sayesinde bu kadar büyük oldular ve iz bırakabildiler.
Yaşama eylemimiz bildiklerimizden ibarettir. 

19 Eylül 2017 Salı

Problemlerimiz: Sınırlandırma

İnsanların sınırlandırılması doğdukları andan itibaren başlıyor. Bu çok acı bir şey. Belki aile çocuğunu korumak ve iyiliği için yapıyor bunu. Ancak fazla korumak çocuk bile olsa bir kişiyi sınırlandırmaktır. İnsanın çocukluğunda elde ettiği karakterini sınırların içine hapsetmek ve etkilemek bir insanın bütün hayatını değişmesine sebep olan fark edilemeyen bir dokunuşa dönüşüyor. Adeta kelebek etkisi denilen olay çocuklukta başlıyor.
Daha sonrasında okula başlayan çocuk bu sefer okulun sınırlandırmasına bırakılıyor. Okul, bir kişiyi gereğinden fazla kontrol altına alıyor. Onun düşüncelerini, davranışlarını tek tip insana doğru yönlendiriyor.  Hiç unutmam mesela, üniversiteye başlayıncaya kadar hep kıyafet zorunluluğu vardı. Bu insanların kişiliklerini yansıttığı zırhlarından arınmasına sebep oluyordu. Bilmiyorduk, kim nasıl düşünür nasıl bir hayat yaşar? Bunların hiçbirini bilmiyorduk ve farkında değildik etkileşimimizin çok yüzeysel kaldığından. Şimdilerde hiçbiriyle görüşmüyorum. Çünkü onları tanıyamamıştım. Okulda insanları kıyafetleri ile sınırlandırmanın sonucuydu bu. Sanki hiç kimse fakir değilmiş, hiç kimse zengin değilmiş ve hepimiz eşitmişiz sanarak büyüyorduk. Gerçekten öyle miydik?
Belli ölçüde insanlar sınırlandırmalı buna bir itirazım yok. İnsanları başıboş bırakmak sanki benzinliğin etrafındaki ormanı yakıp onun patlamayacağına inanmak gibi bir beklentidir. Eğer bir sızıntı varsa veya alevler benzinliğe ulaşırsa patlama kaçınılmazdır. Başıboş olmak zaten başlı başına bir tehlike, bunun içine insanı bırakmanın pek bir mantığı yok. Ancak insanlar zarar görmesin diye onları bir odanın içine kapatıp beklemenin de kimseye bir fayda getirmeyeceği bellidir.
Sınırlandırmayı iki başlık altında inceleyebilirim. Birincisi sınırlandırmanın yöntemi ve boyutu, ikincisi sınırlandırmanın etkileridir.

- Sınırlandırmanın yöntemi ve boyutu
Sınırlandırma için en çok kullanılan yöntem korkudur. Korkutmak için genellikle kurallar ve dini kaynaklı olduğu düşünülen gerçekliği bilinmeyen hurafeler kullanılır. Dini kaynaklılara şöyle bir örnek verebilirim: Benim küçüklüğümden beri her yanlış olduğu düşünülen bir hareket yaptığımda “Allah çarpar, Allah yakar, Allah taş yapar.” Diyerek korkutmaktır. Şimdi baktığımda gerçekten anlamsız ve temelsiz geliyor. Bu Allah’a inanmadığımdan veya gücünde bir eksiklik bulduğumdan değil. Allah daha ergenlik çağına dahi gelmemiş bir çocuğa neden zarar versin? Dünyadaki tek yanlış hareketi yapan ben miydim veya benimki en büyük müydü de beni ilk cezalandıracak olsun? Binlerce kişinin ölümüne sebep olanı bırakıp küçücük çocuğa zarar vereceğini söylediğin Allah için sonradan çocuğa Allah affedicidir merhametlidir dediğinde tabii ki de buna inandıramazsın. Çocukların dini duygularının eksik olmasının nedenlerinden birisi küçüklüğünde dini kullanarak korkutulmuş olmasıdır diyebilirim. Allah’tan kendim için bu durum ortaya çıkmadı. Ancak bu söylediğim göz ardı edilmemelidir.

- Sınırlandırmanın etkileri
Bu başlığa toplumsal bir örnek getireceğim. Sonuç olarak insan toplumsal bir varlıktır. Toplumsal olarak sınırlandırıldığına inanılan bir topluluk olan Yahudiler, günümüzde Filistin’de yaptıkları buna örnek olabilir. İkinci Dünya savaşı sırasında soykırıma ve işkenceye uğrayan Yahudiler şuan Filistin’de binlerce insanı öldürürken hiç merhametleri olmamasının nedeni önceden uğramış oldukları kötü durumdur. Bu sınırlandırma onların toplumsal karakterini etkilemiş ve şuan diğer milletlerden daha az acıma duygusuna ve aç gözlülüğe sahip olmuşlardır.


Sınırlandırma dediğim durumun insanların ve toplumun duygu, düşünce ve hareketlerinde her zaman bir etkisi olduğu açıktır. Benim önerim ise insanların kendi özelliklerini gösterebileceği bir ortam yaratmaktır. İnsanları sınırlandırdığımızda herkes için engel oluşturacak durumlar ortaya çıkacaktır. Bir sınırlandırma başta söylediğim gibi kelebek etkisi ile birçok sonuca götürüyor. Bu sonuçları aza indirmediğimiz durumda insanlık olarak yeterince istediklerimizi kusursuz olarak yapamayacağız. 

22 Ağustos 2017 Salı

Farkındalık

Farkındalık

Farkındalık, Türk Dil Kurumuna göre farkında olma durumudur. Halkımızın anladığı “Tamam bu böyle ama ne yapalım” durumudur. Bir şeyin farkında olmak aslında çok büyük bir başarıdır. Çok gereksiz gibi görünebilir ancak farkında olmadığınızdaki durumunuzu düşündüğünüzde farkında olmanın ne kadar faydalı bir durum olduğu anlaşılabilir. Duyarsız olmak, Dünya’nın ilerlediği düzende her insana aşılanmaya çalışılan düşüncelerin başında gelir. Bir şeyleri değiştiremeyeceği doğduğu andan itibaren aşılanmaktadır. “Sen ne bileceksin, senin aklın ermez, senin işin mi bu” gibi uyarılarla insanları duyarsız olma yoluna itildiğinin çok net görüldüğünü düşünüyorum. Bu gibi uyarılara sürekli olarak ben de bilebilirim, benim de aklım erebilir, benim işim değil ama görevim gibi cevaplarla uyarıda bulunan kişilere gereken cevabı verdiğim için hiç pişman değilim. Benim saygısız olduğumu düşünebilirsiniz, ancak onların yaptığı saygısızlıktan daha çirkin bir eylemdir. Bütün canlılardan farklı olan iki özelliğimden birini benden almaya çalışıyorlar. Düşünmek eylemini görmezden gelmemize neden gerek var? Korkuları yüzünden kaderime değil dayatılan düzene karşı çıkışımı itibarsızlaştırmaya çalışılması beni gerçekten sinir ediyor. Bu arada iki özellik demiştim, biri düşünmek diğeri özgür iradedir. Bunu da ara bilgi olarak belirtmiş olayım.
İnsanların kötü/yanlış eylemlere vereceği tepki üç aşamalıdır. Birincisi yanlışı düzeltmek, ikincisi uyarıda bulunmak ve üçüncüsü kendine bunun yanlış olduğunu söylemektir. Bunları yapmak için elbette bir eylemin yanlışlığının farkında olmak gerekmektedir. Eğer farkındalığınız yoksa muhtemelen boş konuşuyorsunuzdur.
Farkında olmadığımız durumu düşünelim. Bize söylenen her şeyin doğruluğunu yanlışlığını sorgulamadan itaat etme durumumuz başlamıştır. Zaten insanların cahil, köle ve hatta koyun olarak görüldüğü düzende farkında olanları sindirilmeye çalışılması çok normal değil midir? Acı olan tarafı ise düzeni kuranlar, bundan faydalananlardan çok yönetilen ve hiç yerine koyulan insanların seni susturmaya çalışmasıdır. Susturmaya çalışırlar, çünkü korkuyorlardır. Eğer itaat etmezlerse aç kalacaklarından veya ne bileyim hapishaneye gönderilmekten falan korkarlar. Tamam, bunlar bir sorundur. Ancak bunlar koşulsuz itaat ve duyarsızlıktan daha büyük bir sorun değildir. Aç kalırsın, ölürsün acın biter. Hapishaneye girersin ama neden içeriye girdiğini bilirsin, en azından denedim dersin. Ama farkında olmadan susarsan, düşünmezsen bu sefer bütün bir hayatını bir “hiç” uğruna harcamış olursun, olurum. Biraz gücümüzü fark etmemiz gerekiyor artık. -Bahsettiğim devletleri yıkalım, hükümetleri değiştirelim gibi bir olay değildir. Anlatmak istediğim bizi yaşamaya mecbur bırakılan sistemdir. Sistemi ise devletler ve hükümetler belirlemez.- Bizler insanız, Allah’ın yarattığı tüm yaratılanların bize secde edilmesini emrettiği İNSANLAR. Bizlerin farkı özgür irademiz ve düşünebilmemizdir. Bunlar gerçekten çok büyük nimetlerdir. Mesela melek olsaydık, bizim seçim şansımız olmazdı. Sadece iyi olurduk. Mecburen iyi olmak ve kendi seçiminle iyi olmanın arasında elbette bir fark vardır. Kendi isteğinle iyi olmayı, yani cenneti hak etmişsen bu mecburen iyi olmaktan daha üstündür. Seçim yapabilmek için, özgür iradeni kullanabilmen için düşünebilmen ve farkında olman gerekir. Bunları yapmadığımızda bırakın melek gibi yaratılıştan sürekli iyi olmayı, sonradan isyan eden şeytandan farkımız kalmaz. O bile isyan ederken ateşin topraktan üstün olması gerektiğini düşünerek isyan etmiştir. Biz eğer bize verilen bu iki nimeti kullanarak farkında olmayı bırakırsak Allah’ın sunduğu nimetleri reddetmiş oluruz. Bu çok büyük bir saygısızlıktır, inanan okurlarıma buradan söylemiş olayım üzerimde vebali kalmasın.
Farkında olmak ile ilgili binlerce örnek sayabilirim, siz de kendinize dönüp baktığınızda görebilirsiniz. Ancak bir örnek vererek iyice anlatmak istediğimi açıklama ihtiyacı hissediyorum. Mesela bir meclis, belediye veya muhtar seçimi yapılacak olsun. Adayları değerlendirmek ve kendi bireysel faydanın yerine toplumsal faydanı düşünerek oy kullanmak görevimizdir. Diyelim ki yaşın yetmiyor oy kullanamıyorsun, bu sefer etrafındakilere çıkarımlarını anlatmak senin yapman gerekendir. Bu ikisini de yapmışsan ve yapamamışsan bile oyların bu şekilde atılması gerektiğini düşünmen senin farkında olduğunu gösterir. Oy kullanmak veya bunu söylemekten daha önemli olan farkında olman ve çaba göstermiş olmandır. Aksi durumda çoğu kişinin yaptığını bildiğim gibi yıllardır kime oy veriyorsa ona koşulsuz oy kullanması onun aslında hiçbir desteği olmayan bir oy kullandığını ve bütün toplumu etkilediğini gösterir. Bu çok zararlı bir eylemdir. Çünkü çoğu seçimde insanların algılarını kapatırcasına karmaşık bir şekilde oy kullanmalarını düzenin sahipleri ister. Bu da kendi özgür iradeni kullanmamanın cezasını hem kendine hem topluma yükleme sonucunu doğurur. Ayrıca bazılarının senin farkında olmamandan yararlanmalarını sağlar.

Yukarıda anlattığım üzere anlamış olmalıyız ki farkında olmamak, özgür irade ve düşüncemizi kullanmamamızın cezasını hem kendimiz hem topluma yüklüyoruz. Unutmayın farkında değilseniz, büyük ihtimalle farkında olmamanızı isteyenler olduğuna işaret eder. Ve farkında olmadığınız her şeyin cezasını çeken ve bundan faydalananlar olacaktır.

25 Mayıs 2017 Perşembe

Ağrı - 2. Bölüm

Uyanmıştı. Çünkü ölmüyordu. Sadece nefesini aniden çok harcadığından kısa bir baygınlık geçirmişti. Ne kadar oldu acaba spor yapmayalı diye düşündü. Bu duruma biraz bozulmuştu. Ölmeyi beklemişti yere düşünce, gerçi bu onun ilk yere düşüşü değildi. Geçirdiği o kışı hatırladı. “Ah, ne güzel bir kıştı. Ölmek için en uygun zamanım o kış olabilirdi. Şimdilerde acaba neler yapıyordur?” diye kendi kendisine konuştu. Etrafına bakındı, söylediklerini kimsenin duymasını istemiyor gibiydi. O kış, o prenses onun kimseye anlatamadığı sırrıydı. Bir yabancının bunun hakkında bir şey duyması bile kendisini davasına ihanet etmiş birisi gibi hissetmesine sebep olabilirdi. Ayıldığı yerde yolun kenarına oturdu. Güneşin ışıkları bulunduğu sokağa düşüyordu. Henüz güneşten pek bir iz yoktu. Karşısındaki parka arkasından yola baktı. Sürekli geçmişi hatırlayıp duruyordu. “Ben ne yapıyorum? Az önce ölümden dönmüşüm ve hala eskileri hatırlayıp duruyorum. Yaşamak için çabalamalıyım.” Dedi kendi kendisine. Ancak söyledikleri onu hiç tatmin etmemişti. Geçmişini düşünmek gelecek hakkında planlar yapmaktan daha çekici geliyordu. Geçmişi düşünmek, onu en ince ayrıntısına kadar hatırlamak ve tekrar yorumlamak Cüneyt’in en sevdiği etkinliklerdendi. Bunu yaparken kendisini bir tarihçi gibi hissediyordu. Göğsü kabarıyor, sanki çok büyük bir bilinmezi aydınlatmış gibi gururlanıyordu. Bunun doğru olmadığını, kendisiyle övünmemesi gerektiğini yılların getirdiği gelenekler çok iyi öğretmişti. Bazen böyle şeyler düşündüğü için kendisinden nefret etmeye başlıyordu. Bu hayal kırıklığı ile yola devam etmeye başladı. “Bir işi yarım bırakmak, dönekliktir.” Dedi. Yola bakarak yaşadığı bu baygınlıktan dolayı zaman hemen geçsin ve hastaneye ulaşayım diye düşünüyordu. Geçecek arabaların birisine otostop çekmeyi düşündü. Bunu yapması için kendisini cesaretlendirmeye bile başlamıştı. Yürümeye devam ediyordu ancak hiç araba geçmiyordu. “Bu gün şansız bir günüm olmalı, hem bu günlerde buralar pek tekin değil. Bir sürü kaçırılma ve ölüm haberleri duyuyorum. Başıma bir şey gelmese iyi olur.” dedi. Çünkü ölümünün bir hastalıktan geleceğine çok emindi, bu hayalinin bozulması onun son büyük pişmanlığı olabilirdi. Bu şekilde düşünerek yürürken bir kilometreyi bitirmişti. Bir otobüs durağına oturdu, bir sigara yaktı. Telefonundan saate baktı. Henüz 5.49 civarındaydı. “Otobüsler 6’da çalışmaya başlıyor. Buraya gelmesi nereden baksak yarım saati bulur. Yürüsem mi acaba beklesem mi daha iyi olur. Bekleyeyim bari veya yürüyeyim. Of karar veremiyorum artık hiçbir konuda. En iyisi şu sigara bitireyim.” Diye yine konuşmaya başladı. Sonra dışından bu kadar konuşabildiğine şaşırdı. Normalde hiç bu kadar zahmetli bir işe kalkışmazdı. Sigarasını bitirince yürümeye karar verdi. Çünkü onun için beklemek hayatının boşuna harcanmasıydı. En değerli şeyi zamanıydı. Şuan ölmesi istense kabul edecek ama yine de hayatının her saniyesini değerlendirmeyi isteyecek bir ruh haline sahipti. Birden yanında bir kamyonet durdu. İçinden inen adam onu tedirgin etmişti. Cebindeki anahtarını sıkı sıkı kavradı. En azından bu şekilde gücünü artırmayı planlıyordu. Adam onun orada, o saatte yürümesini hiç garipsemeyerek sakince kamyonetinin kapağını açtı. Ekmek dolu kasasını alıp karşıdaki bankaya doğru yürümeye koyuldu.  Bu durum Cüneyt’in duruşunu hiç bozmadı. Hala başına bir şey gelebilme ihtimalini unutmuyordu. Yürürken arada arkasına bakıyordu, tedirgin olduğunda paranoyak olmaya başlıyordu. Bunun farkındaydı ancak yapabileceği bir şey yoktu. En azından tek sorunum paranoyak olmam olsun diye kendi kendini çoğu zaman teselli ettiği bile olmuştu. Yine bir sigara daha yaktı. Göğsündeki ağrıdan daha acı veren bir şey varsa bu ancak hastaneye ulaşmak için bu kadar zamanını harcamasıydı. Bu yüzden aldırış etmeden sigara içebiliyordu. Hızlı hızlı yürümeye başladı, artık bu yürüyüşün çok uzun sürdüğünü düşünmeye başlamıştı. Yürüme hızı sigara içme hızıyla neredeyse aynıydı. Her beş adıma bir fırt denk getiriyordu. Karşıda sokakları süpüren bir adam gördü. “Galiba sokakları süpüren bu adam çöpçü olabilir. Şimdi bu sigaranın izmaritini ondan önce veya sonra yere atsam ona ayıp olur.” Diye düşündü. Tam adamın çöp bidonun yanına geldiğinde adam yolun ortasındaki çöpleri temizlemeye başladı. Sakince sigarasını yere attı, ayağıyla ezip söndürdü ve izmaritini çöp bidonuna attı. Bu yaptığı davranış kendisini insan gibi hissetmesine sebep olmuştu. Yerlere çöp atmaması konusunda bir arkadaşı onu sürekli uyardığından artık istemsizce bu uyarıyı kendisine uygulamaya başlamıştı. Bunu fark etmişti. Hatta bu durum hakkında yazılmış bir kuram yoksa kendisi yazmayı bile aklına getirmişti. Ama kendisinin alanı olmadığını düşünüp susmayı daha uygun görmüştü. Artık hastaneye gelmişti. Kapının kenarında bir kedi gördü. Kedi onun zayıf noktası olabilirdi. Dünyadaki bütün her şeyi bir kediyi izlemeye tercih edebilecek bencilliğe sahipti. Öyle de oldu. Ağrısını, bayılmasını, tedirginliğini unutup kediyi izlemeye başladı…

21 Mayıs 2017 Pazar

Ağrı / 1. Bölüm

Saat on ikiydi. Cüneyt, neden hep ediplerin bu saati gecenin tam ortası diye tanımladıklarına anlam veremediğini hatırladı. Ne zaman gece olurdu da ortası on ikiydi. -On iki- dedi bir fırt çekti sigarasından. Acaba yazmanın zamanı olur muydu? Vakitleri olmadığında sonradan yazmayı deneselerdi yine o güzel yazılar yazılır mıydı? Şimdilerde insanların hiçbir iş için vakitleri yok dedi, bir fırt daha çekti. Artık nikotinin varlığını hissetmişti vücudu, biraz gevşedi. Yine uyumamı söyleyecek birisi yok diye düşündü. Onun için uzunca bir süredir tek başınaydı kocaman evde. Bazen tedirgin oluyordu ama yalnızlığı tedirginliğini bastırıyordu. Bir müzik açtı, eskilerden. Şimdiki nesil için bir asır öncesi gibi gelebilecek bir zamanda yapılmış ama onun için daha dün ilk defa dinlemiş olduğunu düşündüğü bir müzik. Bir keman çalıyordu soloda, o melodi sanki hayatı anlatıyormuşcasına inliyordu tek başına. Arka arkaya kaç defa dinlediğini fark etmeden geçen zaman aklına düştü. Uyumalıydı, yatağa uzandı. Korktuğu başına geldi. Sol tarafında yine bir ağrı başlamıştı. Uyursam geçer dedi ama uyumaya çalıştıkça çarpıntısı artıyor gibiydi. “Hay aksi, gecenin bu saatinde hem de. Sırası mıydı şimdi bunun?” dedi. Sonra tek başına ölmek istediğini hatırladı, üstelik tam bu saatlerde. Sabah saatleri, dedi. Benim için gecenin yarısı işte bu zaman. Ezanın okunmasına az kalmıştı, onu dinlemeden uyuyamayacağını ve ölemeyeceğini biliyordu. Bir sigara daha yaktı. Ölümüm, bu küçücük şey sayesinde ne güzel de bana yaklaşıyor diye düşündü. Ezanı dinledi, sigarasını söndürdü. Tekrar uyumaya çalıştı ama yine çarpıntısı başladı. Otobüslerin henüz çalışmaya başlamadığını biliyordu. Yine de giyindi, sokağa çıktı. Ağır ağır adımlarıyla hastaneye doğru yürümeye başladı. Gökyüzüne ardından sokaklara baktı. Günün ilk ışıklarını sokakta karşılamayalı ne kadar olmuştu acaba dedi biraz mutlu oldu. Bu saatlerde, sokakların sahipleri sadece köpekler olabilir diye düşündü. Biraz irkildi, çünkü köpeklerden korkuyordu. Bir ara sokağı geçti, yan taraftaki devlet binasından bir köpek ona doğru koşmaya başladı. İlk önce aldırmadı ama köpek sabahın bu saatinde uyumak üzereyken sınırlarına yaklaşan bir düşmana gözdağı vermek istercesine koşuyor, üstelik havlıyordu. Hayır, bir köpeğe vuramazdı. Ama yerinde durursa ısırılacağını tahmin ediyordu. Koşmaya başladı. O koştukça köpek hızlanıyordu, sol tarafındaki ağrıya aldırış etmeden yüz metreyi koşmuştu bile. En sonunda aniden köpeğe döndü, garipçe bir şekilde bağırdı. Köpek şaşırarak durdu ve artık sınırının dışına çıktığını fark edip görevini yerine getirmiş bir uçak gibi geriye kulübesine dönmek için yürümeye başladı. Cüneyt, köpeğin boyutunu görünce bu komik duruma düştüğü için sinir oldu. Birden yanındaki elektrik direğine yaslandı, az önceki maraton sol tarafındaki ağrıyı artırmış artık dayanılmaz bir noktaya gelmişti. Acaba, artık ölüyor muyum diye düşünürken aniden yere yığıldı…

8 Mayıs 2017 Pazartesi

Çıkmaz

Bir şiir duyuyorum, biraz fısıltı gibi geliyor kulağıma. Uzaklardan süzülüyor her kelimesi yurduma. Aniden hüzünleniyor kelimeler hiç beklenmedik bir dizesinde. Anlıyorum içindeki burukluğu. Gülerken birden ağlamak istediğim zamanları hatırlatıyor bana. Umursuyorum ama okumaya devam ediyorum. Çünkü eğer yarım kalırsa şiir, intihar etmiş bir hayat bırakmıştır arkasında.


Bir soru soruyorlar, hangi diyardan geldiğini bilmediğim varlıklar bize. “Bu ipi uçurumun bir ucundan diğer ucuna bağlasak üzerinden geçebilir misiniz?” Birileri korkuyor, dengesini kaybedeceğini biliyor. Birileri cesur, gözüm kapalı olsa dahi geçmeye çalışırım diyorlar. Birileri zaten bunun eğitimini almış, onlar için çocuk oyuncağı bir ipin üzerinde yürümek. Ben duruyorum. Hiçbir tepki vermiyorum. Merak edip soruyorlar, neden bir şey söylemiyorsun? Bu ipe çıkmamız için bir nedenimiz yok diyorum. Silahını doğrultuyor adamlar üzerimize. Ya geçmeye çalışacaksınız ya da biz öldüreceğiz. Geçenlere büyük bir ödül vereceğiz. İstediklerini yapabilecekler diye vaat ediyorlar, kafalarımızda silahları. Yine tepki vermiyorum. Varlık sinirleniyor. “Neden bir şey söylemiyorsun? Korkmuyor musun?” diyerek ürkütmeye çalışıyor beni. Bizi kesin bir ölüme gönderiyorsunuz diye cevaplıyorum sorularının hepsini. Varlık şaşırıyor ama belli etmemeye çalışıyor. Nereden biliyorsun bunu diyerek sanki gizli olan bir şeyi belli ettiğimi ima ediyor. Bu ip diyorum, hiç birimizi taşıyacak kadar dayanıklı değil. Bu seçeneklerin hepsi ölümle sonuçlanıyor. Gerçekleri göremeyecek kadar saf mı sanıyorsun sen beni? Ne kadar belli hiç birimizi istemediğiniz, hepimizin ölmesini istiyorsunuz. Çünkü buraya hepimizi öldürmek üzere gönderildiniz. Sadece kendinizi eğlendirmeye çalışıyorsunuz. Bize baştan iki seçenek sunarak zaten bunu gayet açık olarak belli etmiştiniz. Şimdi işinizi yapın, en azından sizler yaşamaya devam edebileceksiniz diyorum. Sonra görevlerini yapıyorlar, hepimizi öldürüyorlar. Hiç birimiz neden orada olduğumuzu, neden seçim yapmak zorunda olduğumuzu, o varlıkların kim olduğunu bilmeden ölüp gidiyoruz. Ama en önemlisi biz de kim olduğumuzu bilmiyoruz.

4 Mayıs 2017 Perşembe

Problemlerimiz: Demokrasi

Öncelikle uyarayım eğer vaktiniz yoksa daha sonra okuyunuz. Biraz uzun bir yazı olacak, öyle tahmin ediyorum. Sıkılabilirsiniz ama çok şey fark edebilirsiniz. Bilgi düzeyinize bağlı bir durum bu söylediğim.
Geçen gün derste geleneksel yaşamın bireysel yaşama doğru değişimi üzerine konuşulurken aklıma gelen bir konuydu. Konuyu birazdan anlatacağım olaylarla ilişkilendirdim. Böyle de konunun yazılma vesilesini belirtmiş olayım.

Konumuz demokrasi ve demokrasinin Türkiye’de oluşumu, alt yapısı ve etkileridir. Demokrasinin tüm Dünya’da ortaya çıkışı bana göre derebeyliklerin yıkılması ile başlar. Şimdi ne alaka diyebilirsiniz. Şu sebepten ortaya çıkış sebebidir: Derebeylikler yıkılınca, mevcut derebeyleri yani lordlar bir kralın buyruğu altında yaşamaya mecbur kalmışlardır. Bu derebeylerinin ve tebaalarının alışılagelmiş yaşama biçimleri yeni bir biçimde ortaya çıkan krallıkları etkilemesi kaçınılmaz olmuştur. Şöyle ki, benim kafamda oluşturduğum tabloya göre demokrasilerdeki temsilcileri yani şuan milletvekili dediğimiz kişileri o dönemin derebeyleri olarak nitelendiriyorum. Çünkü o bölgede yaşayan topluluğu temsil eden bir durumdadır. Tek farkı seçilmiş kişiler değildir. Ancak toplum bu derebeylerini yani tabii oldukları kişileri değiştirme gücüne sahiptir. Bu gücü kullanan veya kullanmayan toplumlar olmuştur. Derebeyliklerin yıkılışından sonra kral bütün topraklara hükmedebilmek için demokrasi dediğimiz kültürün temellerini atmak mecburiyetindeydi. Zaten bu temeli atmadığı durumlarda krallığın bütünlüğünü korumayı başaramamış ve birçok isyan ile karşılaşmıştır. Bu sebeple demokrasinin Antik Yunan’ı saymazsak yakın tarihteki ilk örnekleri bu dönemde ortaya çıkmaya başlamıştır.
Türk toplumunda ve devlet yapısında öyle bilinmese bile aslında bir demokrasi kültürünün olduğunu -en azından temel olarak ve devlet felsefesinde mevcuttur- söylemek yanlış olmaz. Mesela ilk Türk devletlerindeki kurultaylar daha sonraki divan ismi altında toplanan meclisler bir bakıma Türkiye’deki şuan sürdürülmeye çalışılan devlet yapısına temel ve örnek oluşturmuşlardır.

-Bir ara konuya girip üstteki yerden devam edeceğim.- Demokrasi, her bireyin tek başına gelişmesi ve kendisini geliştirmesi, haklarının bilincinde olması, fikir ve düşüncelerinin devlet yönetiminde ve toplumsal gelişmelerde önemsenmesi üzerine kurulu bir kurumdur. Tek kişilik demokrasi olmaz. Toplumun hem bütünlük içinde hem de bireysel olarak kendini geliştiren ve topluma aidiyet duygusu içinde hareket etmesi ile demokrasi ortaya çıkar. Aksi durumlarda demokrasi eksik kalır ve belirli bir kesimin baskısına dönüşür.

Şimdi konumuza devam edelim. Bunu arada belirttim. Çünkü bizdeki temel olarak bulunan demokrasi kültürü kesin bir itaat kültürü içinde yaşanmıştır. Bu da demokrasinin niteliğini gölgelemektedir. Osmanlı’da bir süre sonra bu demokrasi geleneği sekteye uğramış ve gerilemeye başlamıştır. Osmanlının yıkımını getiren bir sebepte halkın artık göz ardı edilmesi ve Dünya’daki gelişmelerden uzak tutulmasıdır. Bu bozulan din anlayışının da bir getirisidir. Devlet bütün dinlere saygı gösterdiğini söyleyerek halkı yönetirken dini bir baskı ve itaat aracı olarak kullanırsa bundan hem devletin hem dinin hem halkın zararlı çıkması kaçınılmazdır. Böyle gelişen bir durumda tabi ki Tanzimat gibi bir fermanın ilanı ve meclis açılması aslında Osmanlıyı eleştirildiği kadar kötü değil aksine daha iyi bir tecrübeye götürmüştür. Bu ferman olmasaydı veya meclis açılmasaydı daha kötü sonuçlara maruz kalabilirdik. Dağılmayı baskı ile engellemeye çalışmak, her etki bir tepkiyi doğurur felsefesine göre bizi daha kötü bir duruma getirebilirdi. Tanzimat fermanı, meclisin açılması, anayasanın kabulü, diğer ilan edilen fermanlar ve süre gelen süreç demokrasiyle tekrar toplumun tanışması başlamıştır demek yanlış olmaz. Demokrasiye geçiş, anayasanın kabulü ve Batıya açılan bir toplumda değişmeler meydana getirmiştir. Toplum ve aile yapısındaki cemiyet ve geleneksel yaşam değişmeye başlamış artık bireysel düşünceler ön plana çıkmıştır. Bu dönemde yazılan eserlerde toplumun cemiyet merkezli, kişileri sınırlayan ve söz haklarının olmadığı yani düşüncelerinin önemsenmediği bakış açısı birçok kere eleştirilmiştir. İnsanların daha küçük birimler olarak yaşama arzusunu öğreten ve perçinleyen Batı geleneği aslında demokrasinin ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur denebilir.
İşte hem Dünya hem Türk toplumu ve devlet gelenekleri halkın düşüncelerini ve haklarını görmezden gelmesi sonucunda demokrasinin temelleri atılmıştır ve sürdürülmeye çalışılmıştır. Batı toplumunda derebeylerinin, kralların ve kilisenin baskısı sonucunda başlayan bir mücadele ile elde edilen demokrasinin söylendiği kadar “ileri demokrasi” olarak isimlendirilmesinin nedeni tabanın isteği doğrultusunda ortaya çıkmasındandır. Bizim toplumumuzda ise çağın gerekliliği için veya Batı gibi olmak için yöneticilerin halka “belirli düzeyde” sahip olmamız gereken bir özellik olarak dayattığı şey demokrasidir. Halk bir mücadele ile kazanmadığı için demokrasinin, haklarının ve düşüncelerinin değerini hala anlayabilmiş değildir. Bu sadece Cumhuriyet öncesinde değil sonrasında da bu şekilde süregelmiştir. Halkın yakın zamanda atlattığımız darbe girişimini de demokrasiyi korumak için değil iktidar olan gücü korumak için engellediğini söylemek yanlış olmaz. Çünkü herkesin bildiği gibi halk, Atatürk’e olan saygısı ve iktidara olan güveni yüzünden “demokrasiye sahip çıkma” görevini yerine getirmiştir. Aksi durumda yani hem Atatürk’e hem iktidara saygısı ve güveni olmasaydı böyle bir engellemeyi yapıp yapmayacağı tam bir gizemdir. Bu görüşümü de şöyle ortaya çıkarttım: Önceki darbelerde halk hem kendisine hem de devleti yönetenlere o kadar güvenmediği için başka bir seçenek için darbeye sessiz kalmıştır. Ama yakın zamanda darbe yapmaya çalışanlara bir seçenek olarak değil de seçenekleri azaltan bir düşman olarak baktığı için “dur” diyebilmiştir. Bence halkı burada harekete geçiren en önemli etkenler yukarıdaki saydıklarımdır.

Darbelerden bahsetmeye başlamışken diğerlerine de şöyle bir göz atmakta fayda vardır. Çünkü konumuz demokrasi. Darbeleri demokrasiye yapılan resmen bir “hakaret” olarak nitelendirmek eksik bir tanım olur fazla olmaz diye düşünüyorum. Darbeler, bence fazlalaşan demokrasiyi kısaltmaya gelen bir tıraş makinesi gibidir. Sürekli duyduğum belki siz de duyuyorsunuzdur “vesayet” denilen şey tam olarak budur bence.  “Belirli düzeyde” demokrasi olarak az önce bahsettiğim şeyin düzeyini işte bu vesayet rejimindekiler belirler. Şöyle bıraksalar halk aslında kendi kendine düze çıkacak ama demokrasiyi kısıyorlar, insanları susturuyorlar ve korkutuyorlar. “Size fazla demokrasi yok. Bizim kölemiz olarak kalacaksınız.” Gibi bir yaklaşım sergiliyorlar. Her zaman söylendiği üzere en kötü iktidar bile darbe yapılmasından iyidir. Tamam henüz bizim toplumumuzda demokrasinin değeri kavranamamıştır. Nasıl yapılacağı bile bilinmemektedir. Ama bu halkımızın, yani senin, benim, akrabalarımızın, komşularımızın ve herkesin ellerinde olan ve olması gereken bir hakkıdır. Yapılan tüm darbelerin başka ülkelerin ve gücü elinde bulunduranların yaptırdığı da güneşin ısı verdiği kadar gerçektir. Demek ki bizim demokrasi ile ilişkimizin “belirli bir düzeyde” kalması için sürekli bir müdahaleye maruz kalıyoruz.

Peki, demokrasi tavandan tabana öğretilmeye çalışılması yüzünden halk demokrasiyi öğrenemeyecek mi? Veya bu vesayet rejimini, ne bileyim bürokrasiyi, birçok gizemli gücü ve karanlıkta gizlenenleri aşamayacak mı? Bunu yapabilir. Öyle isyan etmesi, savaşması falan da gerekmez. Bunu başarabilmek için sivil toplum örgütlenmelerine önem vermemiz gerekiyor. Tabi ki ilk önce kendimizi geliştirmeli, demokrasinin mantığını ve gücünü anlamalıyız. Sivil toplum örgütlerinde örgütlenmeli, düşüncelerimizi kanunlar ve yasalar sınırlarında bizi yönetmekte olanlara yani devlete aktarmalıyız. Doğru ve yanlışlara, gerekli ve gereksizlere, isteklerimize ve fayda sağlayacak şeylerde söz hakkımızı kullanmalıyız. Demokrasi, sivil toplum örgütlenmesi olmadığı takdirde sadece sandığa gidip oy kullanmaktan başka halkı ilgilendirmez. Bu da demokrasi geleneğine aykırı bir durumdur. Demokrasinin bizim toplumumuzda oturmamasının nedeni yukarıdan gelen bir “lütuf” olarak görmemiz değil bizim demokrasinin şartlarını tam olarak kavrayamamış olmamızdan gelir. İnsanlar birey olarak kendi düşüncelerini üretmesi kaçınılmazdır. İnsanlara ne kadar baskı uygularsanız uygulayın yine de düşüncelerini engelleyemezsiniz. Yapılması gereken bence bu düşüncelerini medeni bir insan gibi kendisi gibi düşünenlerle birlikte ifade edebilmesidir. Bu yüzden de sivil toplum örgütlerini kullanarak devlet yönetimine, siyasi partilere, bürokrasiye ve birçok alana etki gücünü gösterebilmesidir.
Ülkemizde sivil toplum örgütü denildiğinde genelde yasa dışı sol örgütler, anarşistler geliyor. Bu ön yargıyı yıkıp herkesin yararlanabileceği birer kurum olduğunu gösterilmesi gerekmektedir.


Yanıldığım yerler olduysa bunları bana iletebilirsiniz. Kimseye karşı kin gütmem ve herkesin eleştirisine memnuniyet ile yaklaşırım. Öyle uzman falan değilim bu konuda yanılmam gayet doğal bir durumdur. Sadece aklıma gelmişken bu konudaki düşüncelerimi size de aktarmak istedim. Beğendiyseniz, bana katılıyorsanız veya katılmıyorsanız destek olmak için paylaşabilirsiniz. 

Bülent Böceci

25 Nisan 2017 Salı

Problemlerimiz: Kapitalist İnsan

Akşam, yine akşam, yine akşam
Bir sırma kemerdir suya baksam;
Üstümde semâ kavs-i mutalsam!
Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!

Hoşgeldiniz, iyisinizdir umarım. Ahmet Haşim’le başladık diye depresyon yazılarımdan birisi olması gerekmiyor bunun, zaten öyle de olmayacak inşallah. Işıkları kapattım, sigaramı yaktım, kulaklığımı taktım ve şarkımı açtığıma göre başlayabiliriz. Ah bir de çay olsaydı!
Problemlerimiz konu başlığı altında topladığım toplumumuzun ve insanların içlerinde fark edilmeyen, fark edilse de bir şey değiştirmek için çaba sarf etmediğimiz sorun olarak belirlediğim konuları işliyorum bildiğiniz üzere.  Son yüzyılda ve hatta son yirmi yılda zirveye ulaşan seküler yaşama merakı ve kapitalizm bu yazımızın konusunu oluşturacak.
Yaşları ilerlemiş bireylerde daha az görülmesinin yanında, yeni nesil ve genç nesilde çok fazla hissedilen sekülerleşme toplumumuzu içten kemiriyor bunu henüz fark edemedik, ettiğimizde umarım ki çok geç olmamış olur. Bilindiği üzere Oktay Sinanoğlu’nu çok severim, onun  “Türk genci iki kanatlı olmalıdır. Bir kanadı bilim, bir kanadı gönül” söylemi bence çok önemlidir. Kendisi de yaşamını bu çizgide yürütmüştür. Bu sözü şu şekilde yorumluyorum, hem dünya hayatı hem de dini veya insani kaynağı da kaybetmemeli insan. -Aklımdaki din düşüncesi, “insanlık” teriminin en iyi yansıtıldığı bir kurum olduğu için ikisinden birisini kullanmakta çekince duymuyorum, bu şekilde bakarsanız bir eksiklik görülmeyeceğini düşünüyorum önceki cümlemde.- En büyük hatalarımızdan birisidir, sadece kendimizi düşünerek yani bencillik yaparak “günü kurtarmak” için yaşamak. Para, aşk, sevgi, saygı, onur, mutluluk, gurur bunların hepsini istiyoruz ama sadece kendimize istiyoruz. Diğer insanların ne durumda olduğunu (samimi olun) düşünmüyoruz. Hep kendimizi kurtarma çabası içerisindeyiz. Bir kişi çıkıp demiyor: “ Ben batarsam, yerin dibine girersem gireyim ama toplumdaki çevremdeki insanlar başarı ve mutluluk elde etsin.” Bence bu türlü yaşamak en kötü problemimiz olabilir.
Seküler yaşamak beraberinde kapitalizmin istediği bireyi yani ya kapitalist olacaksın ya da köle olacaksın seçimine kadar insanları getiriyor. Kapitalist sisteme girmiş bireyler de ön yargı denilen o saçma sapan düşünceye kapılıp kalıyor. Bir şeyleri değiştirmek için uğraşan insanları anarşist, huzur bozucu veya boş işler peşinde koşan gibi yaftalarla karalıyor. Ama farkında değil ki bu insanların bir kısmı aslında zararlı olan bir sistemi değiştirmeye veya düzeltmeye çalışıyorlar. Bu insanlara bu şekilde davranarak farkında olmadan kendilerine kötülük yapıyorlar aynı zamanda kapitalizme hizmet ediyorlar. Hani zamanında her peygamber müşriklerle mücadele etmişti. İşte zamanımızın en büyük müşrikleri kapitalizmden yararlananlar bence. Bu kadar da sert bir tabir kullanıyorum, gerçekten büyük bir problemimiz olduğunu vurgulamanın en güzel göstergesidir.
Şimdi Oktay Hoca’nın cümlesinin gönül yani benim tabirimle din ve insanlık bölümüne geçeyim. Sadece dinin emrettiği (İslam için konuşuyorum.) farz dediğimiz oruç namaz gibi odaklanıp geri kalan ibadetleri ıskalayarak toplumumuz büyük bir yanlışın içinde kalıyor. Samimi bir Müslüman Kur’an’ın mealini en az bir kere anlamak için okuyarak yorum yapması gerekiyor. Çıkarttığı yorumları kendi hayatına aktarmasından önce ilk önce neyi yapması gerektiğini anlamalı, daha sonra ibadetlerin altlarındaki veya dinin emrettiklerinin altındaki mantığı çözerek yaşamalı yani kendi hayatına aktarması gerekir. İlk önce mantığını anlamalı Müslüman olmanın, İslam inancı içinde bulunmanın. Yoksa her zaman gördüğümüz gibi namaz kılan oruç tutan ama hırsızlık yapan yalan söyleyen ve daha birçok günah sayılan şeyleri yapan insanlarla karşılaşmamız gayet olası bir durum olur. Bizim Müslümanlar diye isimlendirdiğimiz toplumdaki dine tabii olan insanları yorumlarken bu insanların İslam’ın mantığını ne kadar kavradığını göz ardı etmemizden kaynaklanan yanlış yorumlar ortaya çıkıyor.  İşte vurgulamak istediğim şey burada, insanların Müslümanlığı sadece namaz kılıp oruç tutmak hacca gitmek gibi ibadetlere sınırlandırmış olmasının yanlış olduğudur.
Bir insan bence hem seküler yaşayıp hem dinine bağlı kalamayacağıdır. Çünkü kapitalizm İslamiyet’e ters düşen bir yapılanmadır. Müslüman insan sadece gününü geçirmek, sadece kendi mutluluğunu, huzurunu ve sadece kendisine yarar sağlayan bir düşünce yapısından uzak kalmalıdır. Namaz ne kadar dinimizin emri ise toplumsal refahı artırmak, çağdaş olmak, ötekileştirmemek, ezmemek yani sınıfsal farklılıkları kaldırmak ve kendinden önce karşındakini düşünmeyi de emreder. Çok sıradan bir görüş olarak gelebilir ama gerçekten de İslam’ın mantığını kavrayan bir insanın ne kapitalizme ne sekülerleşmeye ne faize ne de başka bir insani düzene ihtiyacı olur. Çünkü gerçekten İslam o Aristo’nun, Sokrates’in, Platon’un ve birçok felsefecinin, sosyologun, bilim adamlarının gerçekleştirmeye çalıştığı hayalini kurduğu ideal toplumun ve ideal insanın nasıl olması gerektiğini ve nasıl bu şekilde yaşanacağını gayet net bir şekilde açıklamaktadır. Bizim gösterişe, bencilliğe vb. şeylere ihtiyacımız yok. Bunlar sadece içinde bizi sömüren, insan olmamıza izin vermeyen sistemin bize dayatması. Bu sistemden kurtulmamız için ilk önce bilinçlenmeliyiz, bilgilenmeliyiz, kendimizi olabildiğince geliştirmeli ve olgunlaştımalıyız. Herkesin hedeflediği “olgun insan” tanımına ulaşan insan sayısı arttıkça ümidimiz de artacaktır. Önemli olan bu yolda çabalamaya başlamaktır.
Umarım, anlattıklarımı anlatmayı istediğim şekilde anlamışsınızdır. Bütün amacım, kendimi ifade etmek ve hayata bakış açımı düşüncelerimi diğer insanlarla paylaşarak eksiklerimizi beraber tamamlamaktır.

“Ben tek başıma isem yok oluruz, seninle beraber isem bir ümidimiz vardır.”

23 Nisan 2017 Pazar

Belirli bir başlık yok ne güzel değil mi?

Hep belirli bir konudan mı bahsetmem gerekiyor? Bu sefer rüyadaymışım gibi konuşacağım. Eksik bırakacağım her şeyi ama aslında hepsi tamamlanmış olacak.

Hangi ortamda kendimiz olduğumuzu düşündünüz mü? Arkadaşlarımızın yanında mı, ailemizin mi, okulda mı, yalnız olduğumuzda mı? Maskelerin arkalarında saklanıp duruyoruz farkında olarak veya olmadan.
Hangi cümle benim cümlem? Hangisinde kendimi anlatıyorum? Devrikler mi yoksa düzenliler mi benim cümlelerim?
Bazen hissediyor musunuz bilmiyorum ama ben bunu fark ettiğimde kendimden iğreniyorum. Daha önce duyduğum bir cümleyi sonradan kendim cesurca kullandığımda mesela. Ben ne ara öğrendim ne ara düşündüm bu cümleyi de kullanabiliyorum? Bu konuda bir yasa çıkartılıp herkes kendi cümlesini kurması gerekliliği getirmeli bence, cezası ölüm olmalı. Boş konuşmayı engellemek, ilerlemek için yapmalıyız bunu çünkü adalet böyle bir şeydir! Hehehe şaka yapıyorum aldırma bana.
Dünya’ya karşı dimdik duracak cesaretim var benim ama bir köpeğin olduğu sokağa girecek cesaretim yok. Ben hak veriyorum fil kardeşime, çünkü aynı durumdayız. Acılar, korkular, hayal kırıklıkları anlatılarak değil yaşanılarak paylaşılır diyorum hep, boşuna olmadığını da ispatlamış oldum kendi kendime.
Bazen içimdeki canavar ortaya çıkıyor. Kendi kendime diyorum, elimde bir güç olsa evreni evrene çarpar her şeyi yok ederim. Bırakın kardeşim Dünya’yı falan bütün evren acı çekiyordur kesin. Hepimizin iradesi, aklı varsa evrendeki “üstünlerin” acı çekmeye, acılar yaratmaya mahkum olacaklardır. Her zaman birileri birilerini ezecek ve her zaman birileri gülecek birileri ağlayacak her zaman kazananlar adalet olduğunu doğru olduğunu haklı olduğunu savunacak. Hadi oradan diyorum, HADİ ORADAN!
Hapsolmuşuz küçücük bedenlere, potansiyelimizi sınırlıyoruz farkında mısınız? Aşalım, yırtalım bedenlerimizi ve gerçek gücümüze ulaşalım istiyorum. Hep söylüyorum, biz bir kendini bilmezin haramzadenin emrinde çalışmak için mi geldik hayata? Birisi yaşayacak diye yüzlerin hayatı mahvoluyor. Herkes gibi ben gibi söylüyoruz, bunlar hep kapitalizm. Ama sakın değiştirmek için uğraşmayalım bu sistemi, tamam mı kardeşim? Yoksa düzenimiz bozulur maazallah.


Biliyorum okuyorsun, biliyorum okumuyor. Ne söylediğimin önemi var mı yoksa söyleyiş tarzıma mı takıntılı kaldın? Okuyup geçtin mi yoksa? Bülent her şeyi olduğu gibi anlatıyor diye bir yanılgıya düştüysen, ikimizde yanılıyoruz demektir. Ben cümleye başlarım bitiririm ama cümleye anlamı sen verirsin. Anlıyorsun biliyorum. Keşke ben de anlasaydım, çünkü canım sıkılıyor.

7 Nisan 2017 Cuma

Son Macera

Bir girdabın kenarındayım.
Bu gün de karar veremedim.
Başlasın mı bu son macera,
Yoksa beklemek miydi bütün heyecanın?

Ne diyordum biliyor musun?
Üzülmek istemezsen üzülmüyorsun canım…
Öyle boş duvara baktıkça,
Gözlerimin dolması aslında benim kararım.

Seni merak ediyorum.
Hiç gelmiyorsun, rüyalarıma,
Kabus görmüyorsun değil mi sevdiğim?
Üzülüyorum aslında hayat için,
Ne kadar acı çekiyor ayrılıklardan.

Seni düşünüyorum, karar veremiyorum.
Başlasın mı bu son macera?


B.Böceci

1 Nisan 2017 Cumartesi

Değişimler ve Gelişmeler Üzerine

Değişimler, devrimler, inkılaplar gibi isim verilen olaylar aslında öyle tarihte yazıldığı gibi hemen olmaz. Belli bir alt yapısı olması gerekir. Mesela harf inkılabının tarihini 1 Kasım 1928 olarak biliyoruz. Bu değişim, devletin bir günde “hadi artık Arap harflerini bırakıp Latin harflerine geçelim.” demesi ile mi oldu? Bunun temelleri daha önceden atılmaya başlanmıştı.
Önceden alt yapısı atılmayan değişimler toplumca veya belli sınıflarca benimsenmemiş, sert veya dolaylı yönden yıpratılarak engellenmiştir. Mesela 2. Osman yeniçeri ocağını kaldırmaya ve devletin kurumlarındaki bozukluğu düzeltmek için acele etmiş, toplum ve kurum bu değişimlere hazır olmadığı için ilk defa isyan ile öldürülen padişah olmuştur. Bundan 204 yıl sonra 2. Mahmud'a kadar olan süreçte artık bozulan yeniçerileri dağıtılmasına karşı olan fazla kişi ve kurum olmadığı için 2. Mahmut bunu başarabilmiştir. Belki 2. Osman bu girişimde bulunmasaydı 2. Mahmut yeniçerileri kaldırmayı başaramayacaktı. Bunları toplumun hazırlanması için bir süreç olarak değerlendiriyorum.
Anlatmak istediğim belli değişimler tarihin bize gösterildiği gibi hemen olmaz. Belli olaylar belli gelişmeler olması gerekir ki o zaman etkisini gösterebilsin ve başarılı olabilsin. Bazen bu gelişmeler belirgin olarak karşımıza çıkar bazen ise gelişmelerin de bir alt yapısı vardır. Bunları da bularak aslında değişimin amacını, nedenini ve hatta değişimin neler getireceğini bile tahmin edebiliriz. Değişimlerde sadece öncesindeki gelişmelerle değil o dönemin siyasi, coğrafi, ekonomik, kültürel vb. konularda dünyadaki durumlardan da beslendiği gözlemlenebilir. Çağın gereklilikleri gelişmeleri, bu gelişmeler değişimleri getirir. Önemli olan değişimlerden sonra ne olacağıdır. Geleceğe ait bir şey söylersem bu teoriden öteye gitmeyeceği için şimdi size değişimlerin öncesindeki gelişmelerden örnek vererek bu düşüncemi destekleyeceğim.
İlk olarak Osmanlının kurulması, yani hem Türk hem Müslüman bir yönetimden oluşan devletin kurulmasındaki gelişmeler vardır. Osmanlının başarılı olması bir değişimdir. Çünkü artık Anadolu hem bizimdir hem de uzun yıllar huzur ve istikrar sağlanacaktır. Osmanlının başarılı olmasının nedenleri olarak şunları sayabilirim: Malazgirt savaşından sonra Müslüman Oğuz boylarının gelip beylikler kurulması, Anadolu Selçuklu Devleti, ikinci beylikler dönemi ve Osmanlı olarak sıralayabiliriz. İlk başta Anadolu Selçuklu devleti ile başarılı olunmamasının sebebi, halkın henüz bu değişime hazır olmamasıdır. Ama Selçuklu yıkılınca bozulan düzenden dolayı halk çağın gerekliliklerini, kendi ihtiyaçlarını anlamış ve yeni bir devlet kurulduğunda bu yönetimi benimsemiştir. İlk Osmanlı kurulsaydı belki o da erkenden yıkılıp altı yüz yıl hüküm süremeyecekti.
İkinci olarak Osmanlının yıkılışı ve Cumhuriyetin kurulmasına örnek verebiliriz. Cumhuriyetin temelleri 1. Meşrutiyet ile atılmıştır. Daha sonra 2. Meşrutiyet ve arada yaşanan birçok olay Cumhuriyete geçişi hızlandırmıştır. Çünkü artık çağın gereklilikleri demokratik cumhuriyet rejimlerine doğru yönelmiştir. Osmanlı bunda başarılı olamadığı için yaşananlar Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasına yani değişimin gelişimleri olarak tarihe not düşülmüştür.
Bu örnekleri artırmak mümkündür. Cumhuriyet döneminden de örnekler çoktur, ancak bunlar hakkımda bir ön yargı ve yanlış anlaşılmaya yol açmaması için değinmesem daha hayırlı olur diye düşünüyorum. Bu yazıda anlatmak istediğim, bir takım değişimlerin altında yatan gelişmeler o değişimin başarılı olması için alt yapıdır. Bir değişim isteniyorsa kesinlikle bu değişimin gerçekleşmesi için ortam hazır mı, öncesinde bu değişime götürecek gelişmeler olmuş mudur soruları sorularak bu yola çıkılmalıdır. Ayrıca yaşananlar ne gibi değişime bizi götürüyor, bu değişim bize ne gibi olumlu veya olumsuz sonuçlar getirir gibi soruların da cevaplanması gerekmektedir. Aksi takdirde yaşananlar bizim için kara bir leke olarak kalabilir. Bizden sonra gelecek nesilleri de düşünmek, hakkımızda kötü düşünmemelerini sağlamak bizim görevimizdir. Etrafımızdaki gelişmeleri ve değişimleri bu yöntem ile sürekli inceleyerek kendimizi hem geliştiririz hem de diğer insanlara zararımız dokunmaz diye düşünüyorum.
Düşüncelerinizi ve yazmamı istediğiniz konular varsa bunları bana mesaj atabilirsiniz, çekinmeyin rica ederim. Esenlikler diliyorum.


18 Mart 2017 Cumartesi

Ölümü beklemek

“Bir sessiz çığlık gibi dolanır durur
Ölüm denen o sisli uyku
Bir gün gelir, beni bulur..”
Bülent Böceci

Ölümden korkmaktan daha acı verici olan bir şeydir ölümün beklediğin halde gelmemesi. Doğduğumuz an garanti olan tek şey yaşayacağımız değil öleceğimizdir. Buna rağmen insanlar daha fazla yaşamak için çabalayıp, o son an geldiğinde yaptıklarından pişman halde gözlerini sonsuz bir uykuya kapatıyorlar. Onların acısı sadece bir andır. Ölüm geldiği an biter, bir daha hatırlanmaz. Bir hayat boyunca geleceği belli olan ölümün gelişine şaşırmak her kış yağan kara şaşırmak kadar garipsenecek bir durumdur.
Asıl acı içerisinde olanlar, bir türlü geçmeyen vakte/gelmeyen ölüme şiirler yazanlardır. Ölümden korkanlar değil ölümü her an bekleyenler şair olabilir. Neden? Çünkü bu hayatta kalıcı olmadığının farkına varan insan, unutulmamak adına son bir kükreyiş sergileyip adını tarihe altın harflerle kazımak ister. Bilir ki herkes ölür ama sadece bazıları ölümsüzlüğü keşfedebilir. Ölümsüzlüğü Lokman hekim bir ilaçta değil, bilgin-aşkın-erdemli-inançlı bir kişilikte bulmuştur. Lokman hekim ölümün geleceğinden emindir, bu yüzden geçip gideceği hayatı daha iyi ve faydalı geçirmek için uğraşırken adını tarihe altın harflerle kazımıştır.
 Ben ise bu nacizane geçirdiğim küçük bir zaman diliminde ölümün geleceğini ve kaçışımın olmadığını ilk gözlüğümü taktığım zaman anlamıştım. “Bin nasihatten bir musibet iyidir” derlerdi. Ben başıma musibet gelmedikçe bir şeyi anlayamadığımdan, gözlerimin bozulmaya başladığını fark ettiğim ilk an ölümün bana doğru koştuğunu gördüm. Ölmekten kaçamayacağımı anladığım zaman ise elimden ne gelir diyerek teslim oldum. O günden beri, bir inziva ortamında unutulmamak için didinip duruyorum. Yaşamayı sevdiğim kadar ölümü beklemeyi de seviyorum.
Ölmek için en uygun zaman, hangi zamandır? Gündüz ölmenin pek bir heyecanı yok. Bağırsan duyarlar başına toplanırlar, ağız tadıyla bile her an beklediğin anı yaşayamazsın. En güzeli gece ölmektir. Acılar içinde inleyip, kendini sessizce sisli uykuya bırakmaktır. Tek başına doğduğun hayattan tek başına ayrılabildiğin zaman ölebilirsin. Yoksa insanların akıllarında hep o son acı çekişlerin kalacaktır. O son kükreyişim olacak son şiirimi bitirdiğim vakitte ölüm gelmediğinde, ölmek sadece yanlış hatırlanmaktan ibaret kalacak bir andır.

“Kader cellâdına
Sessiz uzat boynunu;
Acıma ne kendine, ne de gelecek günlerine
Yalnız bir düşünceye yum gözlerini
Son darbe inmeden evvel, en son anda
Bir çiçek, bir kuş, bir tebessüm ol;
Düşüncen kurtarsın seni senden,
Bil! Biraz sonra
Ebediyen senindir

Senden uzak olan her şey...” A.H. Tanpınar