23 Mart 2018 Cuma

Neden sorguluyorum ve eleştiriyorum?


“ Eğer yer yüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan uyduruyorlar.” - Enam 116

Merhaba.
Sadece vakit geçirmek ve kafamı boşaltmak için yazıyorum. Bir şeyler anlatacağım tabi ancak tamamen kendimi ifade etmek ve beni tanımanıza olanak sağlamak için olacak. Yazımın başındaki ayeti size göstermemin nedeni ise benim hayattaki en temel felsefemin bu ayet olmasındandır. Bu ayeti okuduktan sonra belki inanmazsınız ancak kişiliğimde ve hayata bakışımda büyük değişim oldu. Bunun nedeni ise yer yüzündekilerin çoğunun zanna uyması yani Allah’ın belirlediği hakikatlerden uzak oluşlarını bana söylemesidir. Çoğunluğun yanılabileceğinin ve yanılıyor oluşlarının bildirilmesi çok önemli bir şok olmuştu. Çünkü hepimiz genelde şu şekilde düşünürüz: Bu kadar insan yanılıyor olamaz. En basitinden, Çiftlik Bank’a parasını yatıran insanlara sorduğunuzda neden paranızı yatırdınız diye, “Bu kadar insan salak olamaz” diye yatırdık derler ve diyorlar da zaten. Fetöye baktığımızda da herkes bu kadar kişi buradaysa bir bildikleri vardır diye onlara katılıyorlardı veya sempati besliyorlardı. Bu kişilere inanmayanlar genelde dışlanıyordu, kafir diye nitelendiriliyorlardı. Ancak kafir, münafık dedikleri o insanların haklı olduklarını bir darbe ile anlamaları hepimiz için kötü oldu. En azından ne olduklarını anlamış oldular. Ayette söylendiği gibi insanlar “zanna” uyuyor. Zan, “sanı”dır. Yani bir şeyin öyle olduğunu sanmaktır. “Zan ise; hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.” ayetinden hareketle insanların çoğunluğu hakikat bakımından bir şey ifade etmeyecek şeylere inanmaktadır. Şunu da belirtmek gerekir ki, hakikatin tarafında olsan bile hakikati benimsemeyip yine ona “zann” ile yakınlık göstermenin bir hükmü yoktur. Bu aynı “Atalarının dinine mi inanıyorsunuz?” ayetiyle aynı kapıya çıkar. Şimdilerde de biz zann ile atalarımızdan miras aldığımız dini benimsiyoruz. Yani hakikatin bu olduğuna sadece çoğunluğa göre karar vererek inanmış gibi yapıyoruz.

İşte bu ayetin gösterdiği yol ile ben etrafımdaki her şeye şüphe ile bakmaya başladım. Zaten başta da hakiki din İslam mıdır diye sorarak başlamıştım sorgulamalarıma ve eleştirmelerime. İnsanın hayatında sorgulamaya başlayacağı ilk şeylerden birileri: “Beni birisi yarattı mı, bir din gönderdi mi ve bu din doğru mu” olması gerekmektedir. Ben de bu düşüncemden dolayı buradan başladım. Ardından gerçekten de Allah’ın varlığına, hakiki dinin İslam olduğuna, kitabının Kuran olduğuna ve tabi peygamberinin Muhammed(s.a.v) olduğuna iman ettikten sonra bu ayeti kendime temel alarak sorgulamaya devam ettim. Eğer bu ayeti görmemiş olsaydım “Sen bu kadar insandan iyi mi biliyorsun ve bu kadar insan yanılıyor da sen mi doğrusunu görüyorsun” soruları karşısında ümitsizliğe düşerdim. Allah’a binlerce şükür ediyorum ki Kuran’ı göndermiş ve beni onun yolunda sevk etmiş. Her ümitsizliğe düştüğümde gönlüme güven veriyor ve rehber olsun diye Kuran’ı her derdime derman olacak şekilde eksiksiz ve detaylandırılmış şekilde gönderdiğini bana gösteriyor.

Hem ailem hem akrabalarım hem arkadaşlarım her şeye bu kadar şüpheci yaklaşmam konusunda endişeleniyorlar ki bunda kendilerince haklılar. Çünkü bu kadar şüphecilik insanı çok başka bir noktaya itebiliyor bunu çevremizdeki ve tarihteki düşünürlerden görüyoruz. Ancak benim temelime ve dayanağıma güvenim tam olduğu için bunları dert edinmiyorum. Bir müslümanın Kuran’a dayanarak, yani yanlışlıklarından arındıracak en güvenilir kaynağa dayanarak sorgulama yapmaması için ne gibi bir korkusu olması beklenir ki? Düşünmezsem, sorgulamazsam ve eleştirel yaklaşmazsam neden Allah bana aklı vermiş ve “Hiç düşünmez misiniz?” diye sormuş olsun? Ben bu yola Allah sayesinde sevk edildiğimi düşünüyorum. Bu güven ve huzurla ilerlemek ne kadar muhteşem bir şeydir keşke bilseydiniz diyorum, keşke. Bu kadar düşünme sapıtırsın oğlum diye gelmeleri o kadar komik geliyor ki. Allah ve Kuran ışığında çarpıklıkları görmeye çalışmak nasıl sapıtmak olsun? Bu yüzden sürekli olarak düşünün, eleştirin ve sorgulayın diyorum. Bu yüzden bu kadar zahmete katlanıyorum.

Biraz dini konulardan bahsetmişim gibi oldu yazı ancak hayattaki en temel dayanağımız din değil mi? Dini şeyler çerçevesinde hayatımızı şekillendirmemiz, bunlar üzerinde düşünmemiz ve konuşmamız gayet doğal değil midir? Size şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki dini konulardan bahsetmeye başladığınızda hele bu dini konu Kuran ve Allah ile ilgiliyse içi sıkılanlar olduğunda ve bunlardan bahsetmemenizi söyleyenler olduğunda kendilerine dönüp bir bakmalarını söyleyin. Çünkü Kuran ve Allah’tan söz açıldığında bunlardan bahsetmek istemeyen birisi imanında yeterince samimi değildir ve zanna uyuyorlardır. Yukarıdaki ayet ve bir önceki cümlem ile ilgili o kadar çok ayet var ki bunları buraya yazsam yazı sayfalarca uzar. Bu yüzden Allah’ın ilk emrini hepinize hatırlatıyorum: “Oku.” Kuran’ı oku ve anlayabildiğin dilde anlayana kadar oku. Müslümanım demenin şartlarından birisi Kuran’a iman etmiş olmaktır. Kuran’ı kendi dilinde okuyup anlamamış ve iman etmemiş birisi kendisini müslümanım diye nitelendirmesin. Çünkü buna iman ediyorum ki Allah Kuran’ı bir kez bile okumadan iman ettik diyenlerin imanını kabul etmeyecektir. "İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları halde, "Allah'a ve ahiret gününe inandık." derler."

Okuyun, sorgulayın, eleştirin. Çünkü aklınızın hakkını başka türlü veremezsiniz.

17 Mart 2018 Cumartesi

Problemlerimiz: Şefaat Anlayışı


Sayın okuyucularım kafayı yemek üzereyim. Öncelikle selamün aleyküm.
Normalde ilk önce Kur’an neden Türkçe okunmalıdır diye bir yazı yazmayı planlıyordum. Ancak gel gelelim şefaat konusunda yazı yazmamak için kendimi tutamadım.
Yemin ediyorum ben Müslümanım diyen insanların Allah’ın ayetlerini bu kadar görmezden gelip çevresindeki “alim” denilen kişilere bağlılık göstermelerine akıl mantık yetiremiyorum. İlmim yetmiyor azizim, bunaltıyorlar beni bile.
Öncelikle şu ayetleri okumanızı istiyorum.
“Bugün, sizi ilk defa yarattığımız zamanki gibi yapayalnız huzurumuza geldiniz, size verdiğimiz herşeyi arkanızda bıraktınız. Allah'ın size göre ortağı olduklarını iddia ederek yardımlarına, şefaatlarına güvendiğiniz ortakları yanınızda görmüyoruz. Aranızdaki bütün bağlar artık kesilmiş, güvendiklerinizin hepsi kaybolup gitmiştir.”

“Allah'ı bırakıyorlar da, kendilerine ne fayda, ne de zarar verebilecek olan şeylere tapıyorlar ve "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir." diyorlar. De ki, "Siz Allah'a göklerde ve yerde O'nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" Allah onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir.”

"Hiç ben O'ndan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer O Rahman, bana bir zarar dileyecek olsa, onların şefaati benden yana hiçbir şeye yaramaz ve onlar beni kurtaramazlar."

“Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: "Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (böyle yapacaksınız)?"

De ki: "Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz."”

Son olarak da şu hadisi: “Ey Resulullah’ın kızı Fatıma! Sen de kendini Allah’tan satın almaya çalış; zira senin için de bir şey yapamam.”
Paylaştığım hadis Buhari’de geçmektedir.

Şimdi bu ayetler ve hadis çerçevesinde bir mantıksal çıkarım yapalım. Allah Kuran’da defalarca kez şefaat yetkisinin kendisinde olduğunu söyler. Şefaatçi olarak birkaç kişiye hak verilmiştir. Ancak Allah’ın affetmediği birisi Allah’a rağmen kurtulacağına inanan varsa lütfen kendisine Müslümanım demeyi bıraksın. Allah’ın ayetini yok sayan biri Müslüman olamaz.(Bu da ayette söylenmiş kafamdan uydurmuyorum.)  Burada şefaat etmesi için izin verdiği kimselere şöyle izin verilmiştir. Mesela dünyada iyi bir dostluğunuz vardır ve o kişi cennete gidecektir. Allah da sizi zaten affedecektir ve bunu da madem ki siz dünyada birbirinize destek oldunuz/dost oldunuz şimdi de bu müjdeyi birbirinize verin diyerek böyle bir imkan vermiştir. Yoksa siz cehenneme gidecekken birisi gelip de Allah’ın elinden sizi kurtaramaz. Eğer zaten böyle bir şey mümkün olsaydı Allah, Allah olmaktan çıkmış olurdu. Neden? Çünkü kendi kararını uygulayamayan bir varlık Tanrı olamaz. Mantıken her şeyi yapabilecek bir varlık Tanrı olur. Eksiklik bulunan bir varlığa Tanrılık yakıştırması yapmak, kusura bakmayın ama akıl tutulması yaşamaktır.
Peygamberimiz, kızına seni ben kurtaramam dedikten sonra siz hala Peygamberimizden veya bir başkasından şefaat bekleyecekseniz daha çoook beklersiniz. Hz. Nuh oğlunu kurtaramıyor, Hz. Muhammed(s.a.s) kızını, babasını, annesini, dedesini, amcasını ve hiç kimseyi kurtaramıyor ama siz hala Peygamberimizden şefaat bekliyorsunuz. Şefaati Allah’tan başka birisinden beklerseniz bunu çok emin bir şekilde söylüyorum ki çok büyük bir yanılgı içersindesiniz demektir.

Allah’ın ayetlerine rağmen, yani sizin yaratanın sözlerine rağmen kalkıp da başka bir söze inanmanızın mantıklı bir yanı yoktur. Bu kadar mı Allah’sız Müslümanlık yaşıyorsunuz? Öyle bir Müslümanlığın içerisindesiniz ki keşke şu baktığım yerden kendilerinize baksanız. Keşke ne kadar büyük bataklığın içinde olduğunuzu fark etseniz, o zaman birbirimizi anlayabilir ve Allah’ın yoluna sıkı sıkı tutunabilirdik.
“Artık bundan sonra hangi hadise (söze) inanırlar?” ayetine rağmen Peygamberimizin sözlerini “hadis” adı altında toplayıp ayetlerden ayrı bir de hadis kuralları çıkartmak hangi zeki insanın fikriyse ona inanlar da o kadar zekiymiş. Ayetleri beğenmiyorsanız gidin arkadaş başka dine inanın neden bu dini yıpratmaya çalışıyorsunuz? Madem bu dini kendinize uygun bulmuyorsunuz kendi dini kurallarınızı yazın kendi kurumunuzu oluşturun.(yerse) Müslümanlıkla, Allah’la, Peygamberimizle, Kuran’la ne alıp veremediğiniz var? Allah Kuran apaçık bir kitaptır, sadece bu kitaptan sorumlu tutulacaksınız, bu kitapta bir eksiklik ve yanlışlık bulamazsınız diyor hala yeni sözler peşinde yeni kitaplar peşinde koşturuyorsunuz. İslam’da haram, günah, sevap ve bütün her şeyi sadece “ALLAH” belirler. Peygamberin, alimlerin, velilerin, evliyaların, şeyhlerin, gavsların, mehdilerin, diyanetin, halifenin ve birçok kişinin söylediği sözler Allah’a rağmen doğru kabul edilemez. Allah ne diyorsa odur. Allah o konuda bir şey söylemiyorsa serbestsin demektir. Kim olursa olsun Allah’ın söz söylemediği konuda bu sevaptır, bu günahtır, bu haramdır, bu mekruhtur demesinin hiçbir anlamı yoktur. Allah hiç kimseyi hükmüne ortak etmez. Burada söylediğim çoğu şey ayetlerde defalarca kez belirtilmiştir. Eğer öğrenmek istiyorsanız buyurun kitap orada duruyor. LÜTFEN okuyun. Kuran’ın ilk ayeti “OKU” dur. Bakın ilk ayet diyorum. Hani yemek ye, namaz kıl, dürüst ol, başını ört falan değil “OKU”. Bu ayeti Kuran’ı Arapçasından okumalıyım diyen varsa diye şunu da açıklayayım. Oku demek anla demektir. Anlamıyorsan okumanın hiçbir anlamı yoktur. İngilizce bir kitabı aç oku, radyo programını dinle, şarkı dinle ne anlıyorsun? Eğer İngilizce bilmiyorsan hiçbir şey anlamıyorsun. Yani istediğin kadar anlamadığın dilde bir şeyler oku sadece ağzını hareket ettirmiş olursun sana bir şey öğretmez. Ama mevzu Kuran olunca yüzlerce hatim yapıyorsun ama bir kere bile Türkçesini okumuyorsun. Sonra da şu bana şefaat edecek, şu evliya bizi kurtaracak, gavsın uçacak gelecek Allah’a höyt bre o benden onu cehenneme atamazsın diyecek masallarına inanıyorsun, bir de kendine Müslüman mı diyorsun?

Neyse dediğim gibi Kuran’ı neden Türkçe okumalıyız konulu bir yazı zaten yazacağım, bu da girişi olmuş olsun. Diyeceğim şu ki Allah’a rağmen kimse kimseyi kurtaramaz. Peygamberimiz olsa dahi bu böyledir. Size bir soru sorayım. Allah’ın sıfatlarından birisi olan Rahman(esirgeyen/bağışlayan) mı daha büyüktür yoksa Peygamberimizin merhametli oluşu mu? Allah her alanın zirve noktasıdır. Diğer herkes sadece bir noktasıdır. Allah’a rağmen birisi gelip bizi kurtarmaz, bize merhamet etmez, bizi bağışlayamaz, bizi yargılayamaz yani bizi etkileyemez. Bu dünyada yaptıkları sadece kendilerini kandırmaktır. Asıl gerçek olan kıyametten sonraki hayatımızdır. Ve orada da Allah’tan başka söz söyleyecek, hüküm verecek bir varlık olmayacaktır. Bu dünyada Allah bizi sınıyor diye boşuna demiyoruz. Kendilerini Allah yerine koyamayanlar bu yakıştırmayı Peygamberimize yakıştırıyorlar ya çıldırıyorum. Peygamberimizden bahsediyoruz. Hani Allah ile görüşen, vahiy alan Peygamberimizden bahsediyoruz. Allah’ı görmüş birisi sizce Allah’ın sözüne, Kuran’a aykırı veya ondan ayrı söz söyleme cesaretinde bulunabilir mi? Birazcık mantıklı düşünmenizi istiyorum. Bu mantıksız, akılsız davranışlar başımı ağrılara boğuyor ruhumu sıkıyor. Birazcık, birazcık… Lütfen.

7 Mart 2018 Çarşamba

Ülkücülük: İlerleme ve Bilinçlenme


“Toplumların gelecek idealini sürekli olarak yeniden inşa eden gençliktir. Gençliğin yeni ufuklara doğru ilerlemek amacıyla milli ülküler edinmesi ise toplumun geleceğini garanti altına alır. Gençliğin milli ülküleri benimsemesi için de yol göstericilerin, aydınların ve liderlerin milli düşüncelere yönelik politika ve gayeleri olmalıdır. Bu yol göstericiler, gençliğin bir arada toplanması için milli ülküleri en doğru biçimde özümsemelerini sağlayacak oluşumları ve yapılanmaları kurmalıdırlar. Ancak bu sayede toplumun geleceği olan gençler milli ülküler ile donanır ve toplumu en iyi şekilde daha ileriye götürür.”

Yukarıdaki paragraf Ülkü Ocaklarının biz kimiz bölümünün başında geçiyordu. Biraz bu paragraf ile “ülkücü” gençlerin durumlarına değinmem gerekiyor artık. Yeterince gözlem yaptığımı düşünüyorum.

Paragrafta sürekli vurgu yapılan nokta Ülkücü gençlerin sürekli olarak ilerlemeyi hedef edinmesiydi. Bu ise bir lider, yol gösterici ve aydınlar tarafından yapılmasının gerekliliğine değinilmiştir. Burada iki sorun var. Birincisi, yol gösterici kişiler ne kadar ilerleme taraftarıdır? Bu her toplulukta olan bir sorun aslında. Güçlü denetim mekanizması olmazsa yani denetim mekanizması görevini yerine getirmez veya işin ehli olmayanlar tarafından ele geçirilip sorunlar görmezden gelinmeye başlanmışsa ilerleme diye bir şeyden söz edebilir miyiz? Yol gösterici olacak kişiler, ilerleme hedeflerini doğru koymaları ve ilerleme yöntemlerini yani liderlik yaptığı kişilere ilerlemeyi nasıl başaracaklarını ve bunu yapmaları için gerekli gayreti ve morali sağlaması gerekmektedir. Önceki cümlemde anlatmak istediğim, yol gösterdikleri kişilere ilerleme için gayreti aşılamaları ve vasıfsızlıkları gidermeleri gerektiğidir. Eğer vasıfsızlık gösteren, görev bilincini kabul etmeyen insanlar var ise onları bir an önce tasfiye edip hedeflerine uygun kişiler ile yollarına devam etmelidirler. Ülkü, gevşekliği ve vasıfsızlığı kabul etmez. Eğer bir insan içinden geldiği için değil de mecburiyetten bu yolda duruyorsa derhal o yoldan dönüp hem kendisini hem de içinde bulunduğu teşkilatını zor durumda bırakmamalıdır. Yol göstericilik, Ülkücülüğün temel taşlarından olduğu başlangıçta paylaştığım paragrafta anlatılmıştır. Eğer yol gösteremeyecekseniz ve sadece durumu idare etmek için çabalıyorsanız emin olmalısınız ki sizin bu durumunuzu gören insanlar sizinle aynı yolda devam etmek istemeyeceklerdir. Ülküye zarar vermekten korkan ülkücüye canımı veririm, ancak ülküyü kendi menfaatleri için kullanan birisine düşman olmayı dahi kendime hakaret sayarım.
İkinci sorun ise, bir teşkilatta bulunan kişilerin ilerlemeyi kendilerine sadece “sözde” hedef edinmesidir. Laf ile peynir gemisi yürümez ve az laf çok iş yapmak gerekir. Ülkücü dediğimiz birey hangi mevkide olursa olsun görevlerini eksiksiz yerine getirmeli, ilerlemeyi hedefleyen her şeyi elde etmek için canla başla çalışmalı ve kendilerine yol gösteren kişileri de bu yolda ilerlemesi için teşvik etmelidir. Eğer bunları yapmayan ve yapmaya cesareti olmayan insanlardansanız bu eksiklerinizi gidermelisiniz. Bunları da yapamayacaksanız, Ülküye zarar vermemek için kendinize yeni bir yol çizmelisiniz. Bir ülkücü her zaman her şeyi sorgulayabilmeli, kendisine uygun olan yolları keşfetmeli ve sadece bu dava için çalışmalıdır. İnsanlar bu davanın kendilerini yukarılara taşımasını bekliyor. Hayır, böyle bir şey mümkün değildir. Her birey davasını yukarıya taşıdığı kadar kendisini yukarıya taşır. “Bizim hedeflerimize onların hayalleri dahi ulaşamaz” diye bir laf vardır bilirsiniz. Davanızı ne kadar yukarıya taşırsanız ve ne kadar ilerlerseniz kendiniz de davaya hizmet ettiğiniz derecede yükselirsiniz. Ülkücülükte ve teşkilatta bulunanların bilmesi gereken en önemli hususlardan birisi de bulunduğunuz makamın (lider veya tebaa) az veya çok getirisinin olmamasıdır. Şunu söylemek istiyorum, hangi makamda bulunursanız bulunun eğer siz bir şeyi başarmak istiyorsanız makamınızın bir önemi yoktur. Makamların dava nazarında bir artısı yoktur. Önemli olan kendisini bu yola adamak, hizmet etmek ve etrafındaki yoldaşlarının da aynı hedefe yürümesi için bilinçlendirmektir.

- Peki, bu bilinçlendirme nasıl olmalıdır?
Birinci kural, bilinçlenmeyi kabullenmeyen ve isteksiz olan insanlarla boş vakit harcamamak gerekmektedir. O kişiler demek ki sizinle aynı düşüncede değiller ve sizinle birlikte olmasına gerek yoktur. Bilinçlenmeyi isteyen yani istekli insanlar önceliklidir.
İkinci kural, tek alana bağlı kalınmamalıdır. Mesela bir insana sürekli olarak dava ile ilgili bilgiler verirseniz bu kişinin isteği düşecektir. Gelişme tek yönlü değildir. Hem davaya ait bilgiler hem de farklı alanlardaki bilgiler öğretilmelidir. Mesela, dava ile ilgili bir konunun yanında insanın farkındalığını artıracak bilgiler verilerek seminerler çok yönlü olmalıdır. Boş muhabbetlere gerek yoktur. Siyaset, futbol, magazin vb. konular ülkücü bireye bir şey kazandırmamaktadır.
Üçüncü kural, farklı anlatım tarzlarıyla ve farklı yerlerde seminerler yapılmalıdır. Sürekli olarak bir kişi size bir şey aynı şekilde anlatırsa o kişiye karşı oluşacak düşünceler öğrenmeleri azaltır. Aynı yerde yapılan öğrenmeler de verimliliği düşürür. Bulunduğunuz ortam konunun dışına çıkacak etkilerden sıyrılmış bir yer olmalıdır.
Dördüncü kural, kişiler kendileri de öğrenmelerine ve bilinçlenmelerine devam etmelidir. Yani sadece belli bir yer ve zamanla bilinçlendirme yapılamaz. Bilinçlendirmek istediğiniz kişi ayırabildiği zamanını düzgün kullanarak bilinçlenmeye çabalamalıdır.
Beşinci kural, bilinçlendirme yaptığınız kişilerin düşüncelerine de değer vermelisiniz. Ayrıca kişileri iyi takip etmelisiniz. Lafla peynir gemisi yürümez demiştim az önce, işte kişiler söylediklerinizi yaptığını söyleyip sizi geçiştiriyor olabilir. Konuların takipçisi olmalı ve geri dönüt alarak bilinçlenip bilinçlenmediklerini kontrol etmelisiniz.

Dokuz Işık doktrinin maddelerinden birisi bilindiği gibi İlimciliktir. Bu maddeyi göz ardı ettiğiniz durumda teşkilatlar kıraathanelerin kahvehaneye dönmesi gibi bir değişim gerçekleştirecektir. Ülkücülüğün bana ve birçok kişiye göre temeli ilimdir. Atatürk’ün de söylediği gibi: “Hayattaki en hakiki mürşit ilimdir, fendir.” Bilinçlenme ve bilgilenmenin olmadığı yapılarda ilerleme diye bir şeyden söz edilemez. İlerleme olmaz ise davaya hizmetten söz edilemez. Bir ülkücünün ana gayesi bilinçlenmek, bilgilenmek ve bunları aktarmak olmalıdır. Artık devir değişti, sokaklarda bağırıp çağırıp eylem yaparak bir yere varılamıyor. Önemli olan düşüncelerdir ve söylemlerdir. Ne kadar fazla fikir ortaya koyuyorsanız o derece davanıza hizmet ediyorsunuzdur.

İçinde bulunmaktan mutluluk, cesaret, onur ve gurur duyduğum davamı yere düşürmeye çalışan kim olursa olsun karşında durmaktan tereddüt etmediğim gibi davamı yükseltmek için elimden gelen her şeyi yapmaktan da mutluluk duyuyorum. Benim gibi düşünen ve söylediklerimdeki haklılık payını fark eden herkese teşekkür ediyorum. Daha önce yazdığım bir söz ile yazımı sonlandırıyorum.

“Türklük bilincini, İslam ahlakıyla birleştirerek, Çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşıp bunu aşarak tüm Türk milletine ve insanlara önderlik yaparak Dünya üzerindeki haksızlık, adaletsizlik, merhametsizlik, vicdansızlık, cahillik ve vahşiliği bitirmek en asli görevimizdir.” -Bülent B.