25 Mayıs 2017 Perşembe

Ağrı - 2. Bölüm

Uyanmıştı. Çünkü ölmüyordu. Sadece nefesini aniden çok harcadığından kısa bir baygınlık geçirmişti. Ne kadar oldu acaba spor yapmayalı diye düşündü. Bu duruma biraz bozulmuştu. Ölmeyi beklemişti yere düşünce, gerçi bu onun ilk yere düşüşü değildi. Geçirdiği o kışı hatırladı. “Ah, ne güzel bir kıştı. Ölmek için en uygun zamanım o kış olabilirdi. Şimdilerde acaba neler yapıyordur?” diye kendi kendisine konuştu. Etrafına bakındı, söylediklerini kimsenin duymasını istemiyor gibiydi. O kış, o prenses onun kimseye anlatamadığı sırrıydı. Bir yabancının bunun hakkında bir şey duyması bile kendisini davasına ihanet etmiş birisi gibi hissetmesine sebep olabilirdi. Ayıldığı yerde yolun kenarına oturdu. Güneşin ışıkları bulunduğu sokağa düşüyordu. Henüz güneşten pek bir iz yoktu. Karşısındaki parka arkasından yola baktı. Sürekli geçmişi hatırlayıp duruyordu. “Ben ne yapıyorum? Az önce ölümden dönmüşüm ve hala eskileri hatırlayıp duruyorum. Yaşamak için çabalamalıyım.” Dedi kendi kendisine. Ancak söyledikleri onu hiç tatmin etmemişti. Geçmişini düşünmek gelecek hakkında planlar yapmaktan daha çekici geliyordu. Geçmişi düşünmek, onu en ince ayrıntısına kadar hatırlamak ve tekrar yorumlamak Cüneyt’in en sevdiği etkinliklerdendi. Bunu yaparken kendisini bir tarihçi gibi hissediyordu. Göğsü kabarıyor, sanki çok büyük bir bilinmezi aydınlatmış gibi gururlanıyordu. Bunun doğru olmadığını, kendisiyle övünmemesi gerektiğini yılların getirdiği gelenekler çok iyi öğretmişti. Bazen böyle şeyler düşündüğü için kendisinden nefret etmeye başlıyordu. Bu hayal kırıklığı ile yola devam etmeye başladı. “Bir işi yarım bırakmak, dönekliktir.” Dedi. Yola bakarak yaşadığı bu baygınlıktan dolayı zaman hemen geçsin ve hastaneye ulaşayım diye düşünüyordu. Geçecek arabaların birisine otostop çekmeyi düşündü. Bunu yapması için kendisini cesaretlendirmeye bile başlamıştı. Yürümeye devam ediyordu ancak hiç araba geçmiyordu. “Bu gün şansız bir günüm olmalı, hem bu günlerde buralar pek tekin değil. Bir sürü kaçırılma ve ölüm haberleri duyuyorum. Başıma bir şey gelmese iyi olur.” dedi. Çünkü ölümünün bir hastalıktan geleceğine çok emindi, bu hayalinin bozulması onun son büyük pişmanlığı olabilirdi. Bu şekilde düşünerek yürürken bir kilometreyi bitirmişti. Bir otobüs durağına oturdu, bir sigara yaktı. Telefonundan saate baktı. Henüz 5.49 civarındaydı. “Otobüsler 6’da çalışmaya başlıyor. Buraya gelmesi nereden baksak yarım saati bulur. Yürüsem mi acaba beklesem mi daha iyi olur. Bekleyeyim bari veya yürüyeyim. Of karar veremiyorum artık hiçbir konuda. En iyisi şu sigara bitireyim.” Diye yine konuşmaya başladı. Sonra dışından bu kadar konuşabildiğine şaşırdı. Normalde hiç bu kadar zahmetli bir işe kalkışmazdı. Sigarasını bitirince yürümeye karar verdi. Çünkü onun için beklemek hayatının boşuna harcanmasıydı. En değerli şeyi zamanıydı. Şuan ölmesi istense kabul edecek ama yine de hayatının her saniyesini değerlendirmeyi isteyecek bir ruh haline sahipti. Birden yanında bir kamyonet durdu. İçinden inen adam onu tedirgin etmişti. Cebindeki anahtarını sıkı sıkı kavradı. En azından bu şekilde gücünü artırmayı planlıyordu. Adam onun orada, o saatte yürümesini hiç garipsemeyerek sakince kamyonetinin kapağını açtı. Ekmek dolu kasasını alıp karşıdaki bankaya doğru yürümeye koyuldu.  Bu durum Cüneyt’in duruşunu hiç bozmadı. Hala başına bir şey gelebilme ihtimalini unutmuyordu. Yürürken arada arkasına bakıyordu, tedirgin olduğunda paranoyak olmaya başlıyordu. Bunun farkındaydı ancak yapabileceği bir şey yoktu. En azından tek sorunum paranoyak olmam olsun diye kendi kendini çoğu zaman teselli ettiği bile olmuştu. Yine bir sigara daha yaktı. Göğsündeki ağrıdan daha acı veren bir şey varsa bu ancak hastaneye ulaşmak için bu kadar zamanını harcamasıydı. Bu yüzden aldırış etmeden sigara içebiliyordu. Hızlı hızlı yürümeye başladı, artık bu yürüyüşün çok uzun sürdüğünü düşünmeye başlamıştı. Yürüme hızı sigara içme hızıyla neredeyse aynıydı. Her beş adıma bir fırt denk getiriyordu. Karşıda sokakları süpüren bir adam gördü. “Galiba sokakları süpüren bu adam çöpçü olabilir. Şimdi bu sigaranın izmaritini ondan önce veya sonra yere atsam ona ayıp olur.” Diye düşündü. Tam adamın çöp bidonun yanına geldiğinde adam yolun ortasındaki çöpleri temizlemeye başladı. Sakince sigarasını yere attı, ayağıyla ezip söndürdü ve izmaritini çöp bidonuna attı. Bu yaptığı davranış kendisini insan gibi hissetmesine sebep olmuştu. Yerlere çöp atmaması konusunda bir arkadaşı onu sürekli uyardığından artık istemsizce bu uyarıyı kendisine uygulamaya başlamıştı. Bunu fark etmişti. Hatta bu durum hakkında yazılmış bir kuram yoksa kendisi yazmayı bile aklına getirmişti. Ama kendisinin alanı olmadığını düşünüp susmayı daha uygun görmüştü. Artık hastaneye gelmişti. Kapının kenarında bir kedi gördü. Kedi onun zayıf noktası olabilirdi. Dünyadaki bütün her şeyi bir kediyi izlemeye tercih edebilecek bencilliğe sahipti. Öyle de oldu. Ağrısını, bayılmasını, tedirginliğini unutup kediyi izlemeye başladı…

21 Mayıs 2017 Pazar

Ağrı / 1. Bölüm

Saat on ikiydi. Cüneyt, neden hep ediplerin bu saati gecenin tam ortası diye tanımladıklarına anlam veremediğini hatırladı. Ne zaman gece olurdu da ortası on ikiydi. -On iki- dedi bir fırt çekti sigarasından. Acaba yazmanın zamanı olur muydu? Vakitleri olmadığında sonradan yazmayı deneselerdi yine o güzel yazılar yazılır mıydı? Şimdilerde insanların hiçbir iş için vakitleri yok dedi, bir fırt daha çekti. Artık nikotinin varlığını hissetmişti vücudu, biraz gevşedi. Yine uyumamı söyleyecek birisi yok diye düşündü. Onun için uzunca bir süredir tek başınaydı kocaman evde. Bazen tedirgin oluyordu ama yalnızlığı tedirginliğini bastırıyordu. Bir müzik açtı, eskilerden. Şimdiki nesil için bir asır öncesi gibi gelebilecek bir zamanda yapılmış ama onun için daha dün ilk defa dinlemiş olduğunu düşündüğü bir müzik. Bir keman çalıyordu soloda, o melodi sanki hayatı anlatıyormuşcasına inliyordu tek başına. Arka arkaya kaç defa dinlediğini fark etmeden geçen zaman aklına düştü. Uyumalıydı, yatağa uzandı. Korktuğu başına geldi. Sol tarafında yine bir ağrı başlamıştı. Uyursam geçer dedi ama uyumaya çalıştıkça çarpıntısı artıyor gibiydi. “Hay aksi, gecenin bu saatinde hem de. Sırası mıydı şimdi bunun?” dedi. Sonra tek başına ölmek istediğini hatırladı, üstelik tam bu saatlerde. Sabah saatleri, dedi. Benim için gecenin yarısı işte bu zaman. Ezanın okunmasına az kalmıştı, onu dinlemeden uyuyamayacağını ve ölemeyeceğini biliyordu. Bir sigara daha yaktı. Ölümüm, bu küçücük şey sayesinde ne güzel de bana yaklaşıyor diye düşündü. Ezanı dinledi, sigarasını söndürdü. Tekrar uyumaya çalıştı ama yine çarpıntısı başladı. Otobüslerin henüz çalışmaya başlamadığını biliyordu. Yine de giyindi, sokağa çıktı. Ağır ağır adımlarıyla hastaneye doğru yürümeye başladı. Gökyüzüne ardından sokaklara baktı. Günün ilk ışıklarını sokakta karşılamayalı ne kadar olmuştu acaba dedi biraz mutlu oldu. Bu saatlerde, sokakların sahipleri sadece köpekler olabilir diye düşündü. Biraz irkildi, çünkü köpeklerden korkuyordu. Bir ara sokağı geçti, yan taraftaki devlet binasından bir köpek ona doğru koşmaya başladı. İlk önce aldırmadı ama köpek sabahın bu saatinde uyumak üzereyken sınırlarına yaklaşan bir düşmana gözdağı vermek istercesine koşuyor, üstelik havlıyordu. Hayır, bir köpeğe vuramazdı. Ama yerinde durursa ısırılacağını tahmin ediyordu. Koşmaya başladı. O koştukça köpek hızlanıyordu, sol tarafındaki ağrıya aldırış etmeden yüz metreyi koşmuştu bile. En sonunda aniden köpeğe döndü, garipçe bir şekilde bağırdı. Köpek şaşırarak durdu ve artık sınırının dışına çıktığını fark edip görevini yerine getirmiş bir uçak gibi geriye kulübesine dönmek için yürümeye başladı. Cüneyt, köpeğin boyutunu görünce bu komik duruma düştüğü için sinir oldu. Birden yanındaki elektrik direğine yaslandı, az önceki maraton sol tarafındaki ağrıyı artırmış artık dayanılmaz bir noktaya gelmişti. Acaba, artık ölüyor muyum diye düşünürken aniden yere yığıldı…

8 Mayıs 2017 Pazartesi

Çıkmaz

Bir şiir duyuyorum, biraz fısıltı gibi geliyor kulağıma. Uzaklardan süzülüyor her kelimesi yurduma. Aniden hüzünleniyor kelimeler hiç beklenmedik bir dizesinde. Anlıyorum içindeki burukluğu. Gülerken birden ağlamak istediğim zamanları hatırlatıyor bana. Umursuyorum ama okumaya devam ediyorum. Çünkü eğer yarım kalırsa şiir, intihar etmiş bir hayat bırakmıştır arkasında.


Bir soru soruyorlar, hangi diyardan geldiğini bilmediğim varlıklar bize. “Bu ipi uçurumun bir ucundan diğer ucuna bağlasak üzerinden geçebilir misiniz?” Birileri korkuyor, dengesini kaybedeceğini biliyor. Birileri cesur, gözüm kapalı olsa dahi geçmeye çalışırım diyorlar. Birileri zaten bunun eğitimini almış, onlar için çocuk oyuncağı bir ipin üzerinde yürümek. Ben duruyorum. Hiçbir tepki vermiyorum. Merak edip soruyorlar, neden bir şey söylemiyorsun? Bu ipe çıkmamız için bir nedenimiz yok diyorum. Silahını doğrultuyor adamlar üzerimize. Ya geçmeye çalışacaksınız ya da biz öldüreceğiz. Geçenlere büyük bir ödül vereceğiz. İstediklerini yapabilecekler diye vaat ediyorlar, kafalarımızda silahları. Yine tepki vermiyorum. Varlık sinirleniyor. “Neden bir şey söylemiyorsun? Korkmuyor musun?” diyerek ürkütmeye çalışıyor beni. Bizi kesin bir ölüme gönderiyorsunuz diye cevaplıyorum sorularının hepsini. Varlık şaşırıyor ama belli etmemeye çalışıyor. Nereden biliyorsun bunu diyerek sanki gizli olan bir şeyi belli ettiğimi ima ediyor. Bu ip diyorum, hiç birimizi taşıyacak kadar dayanıklı değil. Bu seçeneklerin hepsi ölümle sonuçlanıyor. Gerçekleri göremeyecek kadar saf mı sanıyorsun sen beni? Ne kadar belli hiç birimizi istemediğiniz, hepimizin ölmesini istiyorsunuz. Çünkü buraya hepimizi öldürmek üzere gönderildiniz. Sadece kendinizi eğlendirmeye çalışıyorsunuz. Bize baştan iki seçenek sunarak zaten bunu gayet açık olarak belli etmiştiniz. Şimdi işinizi yapın, en azından sizler yaşamaya devam edebileceksiniz diyorum. Sonra görevlerini yapıyorlar, hepimizi öldürüyorlar. Hiç birimiz neden orada olduğumuzu, neden seçim yapmak zorunda olduğumuzu, o varlıkların kim olduğunu bilmeden ölüp gidiyoruz. Ama en önemlisi biz de kim olduğumuzu bilmiyoruz.

4 Mayıs 2017 Perşembe

Problemlerimiz: Demokrasi

Öncelikle uyarayım eğer vaktiniz yoksa daha sonra okuyunuz. Biraz uzun bir yazı olacak, öyle tahmin ediyorum. Sıkılabilirsiniz ama çok şey fark edebilirsiniz. Bilgi düzeyinize bağlı bir durum bu söylediğim.
Geçen gün derste geleneksel yaşamın bireysel yaşama doğru değişimi üzerine konuşulurken aklıma gelen bir konuydu. Konuyu birazdan anlatacağım olaylarla ilişkilendirdim. Böyle de konunun yazılma vesilesini belirtmiş olayım.

Konumuz demokrasi ve demokrasinin Türkiye’de oluşumu, alt yapısı ve etkileridir. Demokrasinin tüm Dünya’da ortaya çıkışı bana göre derebeyliklerin yıkılması ile başlar. Şimdi ne alaka diyebilirsiniz. Şu sebepten ortaya çıkış sebebidir: Derebeylikler yıkılınca, mevcut derebeyleri yani lordlar bir kralın buyruğu altında yaşamaya mecbur kalmışlardır. Bu derebeylerinin ve tebaalarının alışılagelmiş yaşama biçimleri yeni bir biçimde ortaya çıkan krallıkları etkilemesi kaçınılmaz olmuştur. Şöyle ki, benim kafamda oluşturduğum tabloya göre demokrasilerdeki temsilcileri yani şuan milletvekili dediğimiz kişileri o dönemin derebeyleri olarak nitelendiriyorum. Çünkü o bölgede yaşayan topluluğu temsil eden bir durumdadır. Tek farkı seçilmiş kişiler değildir. Ancak toplum bu derebeylerini yani tabii oldukları kişileri değiştirme gücüne sahiptir. Bu gücü kullanan veya kullanmayan toplumlar olmuştur. Derebeyliklerin yıkılışından sonra kral bütün topraklara hükmedebilmek için demokrasi dediğimiz kültürün temellerini atmak mecburiyetindeydi. Zaten bu temeli atmadığı durumlarda krallığın bütünlüğünü korumayı başaramamış ve birçok isyan ile karşılaşmıştır. Bu sebeple demokrasinin Antik Yunan’ı saymazsak yakın tarihteki ilk örnekleri bu dönemde ortaya çıkmaya başlamıştır.
Türk toplumunda ve devlet yapısında öyle bilinmese bile aslında bir demokrasi kültürünün olduğunu -en azından temel olarak ve devlet felsefesinde mevcuttur- söylemek yanlış olmaz. Mesela ilk Türk devletlerindeki kurultaylar daha sonraki divan ismi altında toplanan meclisler bir bakıma Türkiye’deki şuan sürdürülmeye çalışılan devlet yapısına temel ve örnek oluşturmuşlardır.

-Bir ara konuya girip üstteki yerden devam edeceğim.- Demokrasi, her bireyin tek başına gelişmesi ve kendisini geliştirmesi, haklarının bilincinde olması, fikir ve düşüncelerinin devlet yönetiminde ve toplumsal gelişmelerde önemsenmesi üzerine kurulu bir kurumdur. Tek kişilik demokrasi olmaz. Toplumun hem bütünlük içinde hem de bireysel olarak kendini geliştiren ve topluma aidiyet duygusu içinde hareket etmesi ile demokrasi ortaya çıkar. Aksi durumlarda demokrasi eksik kalır ve belirli bir kesimin baskısına dönüşür.

Şimdi konumuza devam edelim. Bunu arada belirttim. Çünkü bizdeki temel olarak bulunan demokrasi kültürü kesin bir itaat kültürü içinde yaşanmıştır. Bu da demokrasinin niteliğini gölgelemektedir. Osmanlı’da bir süre sonra bu demokrasi geleneği sekteye uğramış ve gerilemeye başlamıştır. Osmanlının yıkımını getiren bir sebepte halkın artık göz ardı edilmesi ve Dünya’daki gelişmelerden uzak tutulmasıdır. Bu bozulan din anlayışının da bir getirisidir. Devlet bütün dinlere saygı gösterdiğini söyleyerek halkı yönetirken dini bir baskı ve itaat aracı olarak kullanırsa bundan hem devletin hem dinin hem halkın zararlı çıkması kaçınılmazdır. Böyle gelişen bir durumda tabi ki Tanzimat gibi bir fermanın ilanı ve meclis açılması aslında Osmanlıyı eleştirildiği kadar kötü değil aksine daha iyi bir tecrübeye götürmüştür. Bu ferman olmasaydı veya meclis açılmasaydı daha kötü sonuçlara maruz kalabilirdik. Dağılmayı baskı ile engellemeye çalışmak, her etki bir tepkiyi doğurur felsefesine göre bizi daha kötü bir duruma getirebilirdi. Tanzimat fermanı, meclisin açılması, anayasanın kabulü, diğer ilan edilen fermanlar ve süre gelen süreç demokrasiyle tekrar toplumun tanışması başlamıştır demek yanlış olmaz. Demokrasiye geçiş, anayasanın kabulü ve Batıya açılan bir toplumda değişmeler meydana getirmiştir. Toplum ve aile yapısındaki cemiyet ve geleneksel yaşam değişmeye başlamış artık bireysel düşünceler ön plana çıkmıştır. Bu dönemde yazılan eserlerde toplumun cemiyet merkezli, kişileri sınırlayan ve söz haklarının olmadığı yani düşüncelerinin önemsenmediği bakış açısı birçok kere eleştirilmiştir. İnsanların daha küçük birimler olarak yaşama arzusunu öğreten ve perçinleyen Batı geleneği aslında demokrasinin ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur denebilir.
İşte hem Dünya hem Türk toplumu ve devlet gelenekleri halkın düşüncelerini ve haklarını görmezden gelmesi sonucunda demokrasinin temelleri atılmıştır ve sürdürülmeye çalışılmıştır. Batı toplumunda derebeylerinin, kralların ve kilisenin baskısı sonucunda başlayan bir mücadele ile elde edilen demokrasinin söylendiği kadar “ileri demokrasi” olarak isimlendirilmesinin nedeni tabanın isteği doğrultusunda ortaya çıkmasındandır. Bizim toplumumuzda ise çağın gerekliliği için veya Batı gibi olmak için yöneticilerin halka “belirli düzeyde” sahip olmamız gereken bir özellik olarak dayattığı şey demokrasidir. Halk bir mücadele ile kazanmadığı için demokrasinin, haklarının ve düşüncelerinin değerini hala anlayabilmiş değildir. Bu sadece Cumhuriyet öncesinde değil sonrasında da bu şekilde süregelmiştir. Halkın yakın zamanda atlattığımız darbe girişimini de demokrasiyi korumak için değil iktidar olan gücü korumak için engellediğini söylemek yanlış olmaz. Çünkü herkesin bildiği gibi halk, Atatürk’e olan saygısı ve iktidara olan güveni yüzünden “demokrasiye sahip çıkma” görevini yerine getirmiştir. Aksi durumda yani hem Atatürk’e hem iktidara saygısı ve güveni olmasaydı böyle bir engellemeyi yapıp yapmayacağı tam bir gizemdir. Bu görüşümü de şöyle ortaya çıkarttım: Önceki darbelerde halk hem kendisine hem de devleti yönetenlere o kadar güvenmediği için başka bir seçenek için darbeye sessiz kalmıştır. Ama yakın zamanda darbe yapmaya çalışanlara bir seçenek olarak değil de seçenekleri azaltan bir düşman olarak baktığı için “dur” diyebilmiştir. Bence halkı burada harekete geçiren en önemli etkenler yukarıdaki saydıklarımdır.

Darbelerden bahsetmeye başlamışken diğerlerine de şöyle bir göz atmakta fayda vardır. Çünkü konumuz demokrasi. Darbeleri demokrasiye yapılan resmen bir “hakaret” olarak nitelendirmek eksik bir tanım olur fazla olmaz diye düşünüyorum. Darbeler, bence fazlalaşan demokrasiyi kısaltmaya gelen bir tıraş makinesi gibidir. Sürekli duyduğum belki siz de duyuyorsunuzdur “vesayet” denilen şey tam olarak budur bence.  “Belirli düzeyde” demokrasi olarak az önce bahsettiğim şeyin düzeyini işte bu vesayet rejimindekiler belirler. Şöyle bıraksalar halk aslında kendi kendine düze çıkacak ama demokrasiyi kısıyorlar, insanları susturuyorlar ve korkutuyorlar. “Size fazla demokrasi yok. Bizim kölemiz olarak kalacaksınız.” Gibi bir yaklaşım sergiliyorlar. Her zaman söylendiği üzere en kötü iktidar bile darbe yapılmasından iyidir. Tamam henüz bizim toplumumuzda demokrasinin değeri kavranamamıştır. Nasıl yapılacağı bile bilinmemektedir. Ama bu halkımızın, yani senin, benim, akrabalarımızın, komşularımızın ve herkesin ellerinde olan ve olması gereken bir hakkıdır. Yapılan tüm darbelerin başka ülkelerin ve gücü elinde bulunduranların yaptırdığı da güneşin ısı verdiği kadar gerçektir. Demek ki bizim demokrasi ile ilişkimizin “belirli bir düzeyde” kalması için sürekli bir müdahaleye maruz kalıyoruz.

Peki, demokrasi tavandan tabana öğretilmeye çalışılması yüzünden halk demokrasiyi öğrenemeyecek mi? Veya bu vesayet rejimini, ne bileyim bürokrasiyi, birçok gizemli gücü ve karanlıkta gizlenenleri aşamayacak mı? Bunu yapabilir. Öyle isyan etmesi, savaşması falan da gerekmez. Bunu başarabilmek için sivil toplum örgütlenmelerine önem vermemiz gerekiyor. Tabi ki ilk önce kendimizi geliştirmeli, demokrasinin mantığını ve gücünü anlamalıyız. Sivil toplum örgütlerinde örgütlenmeli, düşüncelerimizi kanunlar ve yasalar sınırlarında bizi yönetmekte olanlara yani devlete aktarmalıyız. Doğru ve yanlışlara, gerekli ve gereksizlere, isteklerimize ve fayda sağlayacak şeylerde söz hakkımızı kullanmalıyız. Demokrasi, sivil toplum örgütlenmesi olmadığı takdirde sadece sandığa gidip oy kullanmaktan başka halkı ilgilendirmez. Bu da demokrasi geleneğine aykırı bir durumdur. Demokrasinin bizim toplumumuzda oturmamasının nedeni yukarıdan gelen bir “lütuf” olarak görmemiz değil bizim demokrasinin şartlarını tam olarak kavrayamamış olmamızdan gelir. İnsanlar birey olarak kendi düşüncelerini üretmesi kaçınılmazdır. İnsanlara ne kadar baskı uygularsanız uygulayın yine de düşüncelerini engelleyemezsiniz. Yapılması gereken bence bu düşüncelerini medeni bir insan gibi kendisi gibi düşünenlerle birlikte ifade edebilmesidir. Bu yüzden de sivil toplum örgütlerini kullanarak devlet yönetimine, siyasi partilere, bürokrasiye ve birçok alana etki gücünü gösterebilmesidir.
Ülkemizde sivil toplum örgütü denildiğinde genelde yasa dışı sol örgütler, anarşistler geliyor. Bu ön yargıyı yıkıp herkesin yararlanabileceği birer kurum olduğunu gösterilmesi gerekmektedir.


Yanıldığım yerler olduysa bunları bana iletebilirsiniz. Kimseye karşı kin gütmem ve herkesin eleştirisine memnuniyet ile yaklaşırım. Öyle uzman falan değilim bu konuda yanılmam gayet doğal bir durumdur. Sadece aklıma gelmişken bu konudaki düşüncelerimi size de aktarmak istedim. Beğendiyseniz, bana katılıyorsanız veya katılmıyorsanız destek olmak için paylaşabilirsiniz. 

Bülent Böceci