Uyanmıştı. Çünkü ölmüyordu. Sadece nefesini aniden çok
harcadığından kısa bir baygınlık geçirmişti. Ne kadar oldu acaba spor yapmayalı
diye düşündü. Bu duruma biraz bozulmuştu. Ölmeyi beklemişti yere düşünce, gerçi
bu onun ilk yere düşüşü değildi. Geçirdiği o kışı hatırladı. “Ah, ne güzel bir
kıştı. Ölmek için en uygun zamanım o kış olabilirdi. Şimdilerde acaba neler
yapıyordur?” diye kendi kendisine konuştu. Etrafına bakındı, söylediklerini
kimsenin duymasını istemiyor gibiydi. O kış, o prenses onun kimseye
anlatamadığı sırrıydı. Bir yabancının bunun hakkında bir şey duyması bile
kendisini davasına ihanet etmiş birisi gibi hissetmesine sebep olabilirdi.
Ayıldığı yerde yolun kenarına oturdu. Güneşin ışıkları bulunduğu sokağa
düşüyordu. Henüz güneşten pek bir iz yoktu. Karşısındaki parka arkasından yola
baktı. Sürekli geçmişi hatırlayıp duruyordu. “Ben ne yapıyorum? Az önce ölümden
dönmüşüm ve hala eskileri hatırlayıp duruyorum. Yaşamak için çabalamalıyım.”
Dedi kendi kendisine. Ancak söyledikleri onu hiç tatmin etmemişti. Geçmişini
düşünmek gelecek hakkında planlar yapmaktan daha çekici geliyordu. Geçmişi
düşünmek, onu en ince ayrıntısına kadar hatırlamak ve tekrar yorumlamak
Cüneyt’in en sevdiği etkinliklerdendi. Bunu yaparken kendisini bir tarihçi gibi
hissediyordu. Göğsü kabarıyor, sanki çok büyük bir bilinmezi aydınlatmış gibi gururlanıyordu. Bunun doğru olmadığını, kendisiyle övünmemesi gerektiğini
yılların getirdiği gelenekler çok iyi öğretmişti. Bazen böyle şeyler düşündüğü
için kendisinden nefret etmeye başlıyordu. Bu hayal kırıklığı ile yola devam
etmeye başladı. “Bir işi yarım bırakmak, dönekliktir.” Dedi. Yola bakarak
yaşadığı bu baygınlıktan dolayı zaman hemen geçsin ve hastaneye ulaşayım diye
düşünüyordu. Geçecek arabaların birisine otostop çekmeyi düşündü. Bunu yapması
için kendisini cesaretlendirmeye bile başlamıştı. Yürümeye devam ediyordu ancak
hiç araba geçmiyordu. “Bu gün şansız bir günüm olmalı, hem bu günlerde buralar
pek tekin değil. Bir sürü kaçırılma ve ölüm haberleri duyuyorum. Başıma bir şey
gelmese iyi olur.” dedi. Çünkü ölümünün bir hastalıktan geleceğine çok emindi,
bu hayalinin bozulması onun son büyük pişmanlığı olabilirdi. Bu şekilde
düşünerek yürürken bir kilometreyi bitirmişti. Bir otobüs durağına oturdu, bir
sigara yaktı. Telefonundan saate baktı. Henüz 5.49 civarındaydı. “Otobüsler
6’da çalışmaya başlıyor. Buraya gelmesi nereden baksak yarım saati bulur.
Yürüsem mi acaba beklesem mi daha iyi olur. Bekleyeyim bari veya yürüyeyim. Of
karar veremiyorum artık hiçbir konuda. En iyisi şu sigara bitireyim.” Diye yine
konuşmaya başladı. Sonra dışından bu kadar konuşabildiğine şaşırdı. Normalde
hiç bu kadar zahmetli bir işe kalkışmazdı. Sigarasını bitirince yürümeye karar
verdi. Çünkü onun için beklemek hayatının boşuna harcanmasıydı. En değerli şeyi
zamanıydı. Şuan ölmesi istense kabul edecek ama yine de hayatının her
saniyesini değerlendirmeyi isteyecek bir ruh haline sahipti. Birden yanında bir
kamyonet durdu. İçinden inen adam onu tedirgin etmişti. Cebindeki anahtarını
sıkı sıkı kavradı. En azından bu şekilde gücünü artırmayı planlıyordu. Adam
onun orada, o saatte yürümesini hiç garipsemeyerek sakince kamyonetinin
kapağını açtı. Ekmek dolu kasasını alıp karşıdaki bankaya doğru yürümeye
koyuldu. Bu durum Cüneyt’in duruşunu hiç
bozmadı. Hala başına bir şey gelebilme ihtimalini unutmuyordu. Yürürken arada
arkasına bakıyordu, tedirgin olduğunda paranoyak olmaya başlıyordu. Bunun
farkındaydı ancak yapabileceği bir şey yoktu. En azından tek sorunum paranoyak
olmam olsun diye kendi kendini çoğu zaman teselli ettiği bile olmuştu. Yine bir
sigara daha yaktı. Göğsündeki ağrıdan daha acı veren bir şey varsa bu ancak
hastaneye ulaşmak için bu kadar zamanını harcamasıydı. Bu yüzden aldırış
etmeden sigara içebiliyordu. Hızlı hızlı yürümeye başladı, artık bu yürüyüşün
çok uzun sürdüğünü düşünmeye başlamıştı. Yürüme hızı sigara içme hızıyla
neredeyse aynıydı. Her beş adıma bir fırt denk getiriyordu. Karşıda sokakları
süpüren bir adam gördü. “Galiba sokakları süpüren bu adam çöpçü olabilir. Şimdi bu
sigaranın izmaritini ondan önce veya sonra yere atsam ona ayıp olur.” Diye
düşündü. Tam adamın çöp bidonun yanına geldiğinde adam yolun ortasındaki
çöpleri temizlemeye başladı. Sakince sigarasını yere attı, ayağıyla ezip
söndürdü ve izmaritini çöp bidonuna attı. Bu yaptığı davranış kendisini insan
gibi hissetmesine sebep olmuştu. Yerlere çöp atmaması konusunda bir arkadaşı
onu sürekli uyardığından artık istemsizce bu uyarıyı kendisine uygulamaya
başlamıştı. Bunu fark etmişti. Hatta bu durum hakkında yazılmış bir kuram yoksa
kendisi yazmayı bile aklına getirmişti. Ama kendisinin alanı olmadığını düşünüp
susmayı daha uygun görmüştü. Artık hastaneye gelmişti. Kapının kenarında bir
kedi gördü. Kedi onun zayıf noktası olabilirdi. Dünyadaki bütün her şeyi bir
kediyi izlemeye tercih edebilecek bencilliğe sahipti. Öyle de oldu. Ağrısını,
bayılmasını, tedirginliğini unutup kediyi izlemeye başladı…
25 Mayıs 2017 Perşembe
21 Mayıs 2017 Pazar
Ağrı / 1. Bölüm
Saat
on ikiydi. Cüneyt, neden hep ediplerin bu saati gecenin tam ortası diye
tanımladıklarına anlam veremediğini hatırladı. Ne zaman gece olurdu da ortası
on ikiydi. -On iki- dedi bir fırt çekti sigarasından. Acaba yazmanın zamanı
olur muydu? Vakitleri olmadığında sonradan yazmayı deneselerdi yine o güzel
yazılar yazılır mıydı? Şimdilerde insanların hiçbir iş için vakitleri yok dedi,
bir fırt daha çekti. Artık nikotinin varlığını hissetmişti vücudu, biraz
gevşedi. Yine uyumamı söyleyecek birisi yok diye düşündü. Onun için uzunca bir
süredir tek başınaydı kocaman evde. Bazen tedirgin oluyordu ama yalnızlığı
tedirginliğini bastırıyordu. Bir müzik açtı, eskilerden. Şimdiki nesil için bir
asır öncesi gibi gelebilecek bir zamanda yapılmış ama onun için daha dün ilk
defa dinlemiş olduğunu düşündüğü bir müzik. Bir keman çalıyordu soloda, o
melodi sanki hayatı anlatıyormuşcasına inliyordu tek başına. Arka arkaya kaç
defa dinlediğini fark etmeden geçen zaman aklına düştü. Uyumalıydı, yatağa
uzandı. Korktuğu başına geldi. Sol tarafında yine bir ağrı başlamıştı. Uyursam
geçer dedi ama uyumaya çalıştıkça çarpıntısı artıyor gibiydi. “Hay aksi,
gecenin bu saatinde hem de. Sırası mıydı şimdi bunun?” dedi. Sonra tek başına
ölmek istediğini hatırladı, üstelik tam bu saatlerde. Sabah saatleri, dedi.
Benim için gecenin yarısı işte bu zaman. Ezanın okunmasına az kalmıştı, onu
dinlemeden uyuyamayacağını ve ölemeyeceğini biliyordu. Bir sigara daha yaktı.
Ölümüm, bu küçücük şey sayesinde ne güzel de bana yaklaşıyor diye düşündü.
Ezanı dinledi, sigarasını söndürdü. Tekrar uyumaya çalıştı ama yine çarpıntısı
başladı. Otobüslerin henüz çalışmaya başlamadığını biliyordu. Yine de giyindi,
sokağa çıktı. Ağır ağır adımlarıyla hastaneye doğru yürümeye başladı. Gökyüzüne
ardından sokaklara baktı. Günün ilk ışıklarını sokakta karşılamayalı ne kadar
olmuştu acaba dedi biraz mutlu oldu. Bu saatlerde, sokakların sahipleri sadece
köpekler olabilir diye düşündü. Biraz irkildi, çünkü köpeklerden korkuyordu.
Bir ara sokağı geçti, yan taraftaki devlet binasından bir köpek ona doğru
koşmaya başladı. İlk önce aldırmadı ama köpek sabahın bu saatinde uyumak
üzereyken sınırlarına yaklaşan bir düşmana gözdağı vermek istercesine koşuyor,
üstelik havlıyordu. Hayır, bir köpeğe vuramazdı. Ama yerinde durursa ısırılacağını
tahmin ediyordu. Koşmaya başladı. O koştukça köpek hızlanıyordu, sol
tarafındaki ağrıya aldırış etmeden yüz metreyi koşmuştu bile. En sonunda aniden
köpeğe döndü, garipçe bir şekilde bağırdı. Köpek şaşırarak durdu ve artık
sınırının dışına çıktığını fark edip görevini yerine getirmiş bir uçak gibi
geriye kulübesine dönmek için yürümeye başladı. Cüneyt, köpeğin boyutunu
görünce bu komik duruma düştüğü için sinir oldu. Birden yanındaki elektrik
direğine yaslandı, az önceki maraton sol tarafındaki ağrıyı artırmış artık
dayanılmaz bir noktaya gelmişti. Acaba, artık ölüyor muyum diye düşünürken
aniden yere yığıldı…
8 Mayıs 2017 Pazartesi
Çıkmaz
Bir
şiir duyuyorum, biraz fısıltı gibi geliyor kulağıma. Uzaklardan süzülüyor her
kelimesi yurduma. Aniden hüzünleniyor kelimeler hiç beklenmedik bir dizesinde.
Anlıyorum içindeki burukluğu. Gülerken birden ağlamak istediğim zamanları
hatırlatıyor bana. Umursuyorum ama okumaya devam ediyorum. Çünkü eğer yarım
kalırsa şiir, intihar etmiş bir hayat bırakmıştır arkasında.
Bir
soru soruyorlar, hangi diyardan geldiğini bilmediğim varlıklar bize. “Bu ipi
uçurumun bir ucundan diğer ucuna bağlasak üzerinden geçebilir misiniz?” Birileri
korkuyor, dengesini kaybedeceğini biliyor. Birileri cesur, gözüm kapalı olsa
dahi geçmeye çalışırım diyorlar. Birileri zaten bunun eğitimini almış, onlar
için çocuk oyuncağı bir ipin üzerinde yürümek. Ben duruyorum. Hiçbir tepki
vermiyorum. Merak edip soruyorlar, neden bir şey söylemiyorsun? Bu ipe çıkmamız
için bir nedenimiz yok diyorum. Silahını doğrultuyor adamlar üzerimize. Ya
geçmeye çalışacaksınız ya da biz öldüreceğiz. Geçenlere büyük bir ödül
vereceğiz. İstediklerini yapabilecekler diye vaat ediyorlar, kafalarımızda
silahları. Yine tepki vermiyorum. Varlık sinirleniyor. “Neden bir şey
söylemiyorsun? Korkmuyor musun?” diyerek ürkütmeye çalışıyor beni. Bizi kesin
bir ölüme gönderiyorsunuz diye cevaplıyorum sorularının hepsini. Varlık
şaşırıyor ama belli etmemeye çalışıyor. Nereden biliyorsun bunu diyerek sanki
gizli olan bir şeyi belli ettiğimi ima ediyor. Bu ip diyorum, hiç birimizi
taşıyacak kadar dayanıklı değil. Bu seçeneklerin hepsi ölümle sonuçlanıyor.
Gerçekleri göremeyecek kadar saf mı sanıyorsun sen beni? Ne kadar belli hiç
birimizi istemediğiniz, hepimizin ölmesini istiyorsunuz. Çünkü buraya hepimizi
öldürmek üzere gönderildiniz. Sadece kendinizi eğlendirmeye çalışıyorsunuz.
Bize baştan iki seçenek sunarak zaten bunu gayet açık olarak belli etmiştiniz.
Şimdi işinizi yapın, en azından sizler yaşamaya devam edebileceksiniz diyorum.
Sonra görevlerini yapıyorlar, hepimizi öldürüyorlar. Hiç birimiz neden orada
olduğumuzu, neden seçim yapmak zorunda olduğumuzu, o varlıkların kim olduğunu
bilmeden ölüp gidiyoruz. Ama en önemlisi biz de kim olduğumuzu bilmiyoruz.
4 Mayıs 2017 Perşembe
Problemlerimiz: Demokrasi
Öncelikle
uyarayım eğer vaktiniz yoksa daha sonra okuyunuz. Biraz uzun bir yazı olacak,
öyle tahmin ediyorum. Sıkılabilirsiniz ama çok şey fark edebilirsiniz. Bilgi
düzeyinize bağlı bir durum bu söylediğim.
Geçen
gün derste geleneksel yaşamın bireysel yaşama doğru değişimi üzerine
konuşulurken aklıma gelen bir konuydu. Konuyu birazdan anlatacağım
olaylarla ilişkilendirdim. Böyle de konunun yazılma vesilesini belirtmiş
olayım.
Konumuz
demokrasi ve demokrasinin Türkiye’de oluşumu, alt yapısı ve etkileridir. Demokrasinin
tüm Dünya’da ortaya çıkışı bana göre derebeyliklerin yıkılması ile başlar.
Şimdi ne alaka diyebilirsiniz. Şu sebepten ortaya çıkış sebebidir:
Derebeylikler yıkılınca, mevcut derebeyleri yani lordlar bir kralın buyruğu
altında yaşamaya mecbur kalmışlardır. Bu derebeylerinin ve tebaalarının
alışılagelmiş yaşama biçimleri yeni bir biçimde ortaya çıkan krallıkları
etkilemesi kaçınılmaz olmuştur. Şöyle ki, benim kafamda oluşturduğum tabloya
göre demokrasilerdeki temsilcileri yani şuan milletvekili dediğimiz kişileri o
dönemin derebeyleri olarak nitelendiriyorum. Çünkü o bölgede yaşayan topluluğu
temsil eden bir durumdadır. Tek farkı seçilmiş kişiler değildir. Ancak toplum
bu derebeylerini yani tabii oldukları kişileri değiştirme gücüne sahiptir. Bu gücü
kullanan veya kullanmayan toplumlar olmuştur. Derebeyliklerin yıkılışından
sonra kral bütün topraklara hükmedebilmek için demokrasi dediğimiz kültürün
temellerini atmak mecburiyetindeydi. Zaten bu temeli atmadığı durumlarda
krallığın bütünlüğünü korumayı başaramamış ve birçok isyan ile karşılaşmıştır. Bu
sebeple demokrasinin Antik Yunan’ı saymazsak yakın tarihteki ilk örnekleri bu
dönemde ortaya çıkmaya başlamıştır.
Türk
toplumunda ve devlet yapısında öyle bilinmese bile aslında bir demokrasi
kültürünün olduğunu -en azından temel olarak ve devlet felsefesinde mevcuttur-
söylemek yanlış olmaz. Mesela ilk Türk devletlerindeki kurultaylar daha sonraki
divan ismi altında toplanan meclisler bir bakıma Türkiye’deki şuan sürdürülmeye
çalışılan devlet yapısına temel ve örnek oluşturmuşlardır.
-Bir
ara konuya girip üstteki yerden devam edeceğim.- Demokrasi, her bireyin tek
başına gelişmesi ve kendisini geliştirmesi, haklarının bilincinde olması, fikir
ve düşüncelerinin devlet yönetiminde ve toplumsal gelişmelerde önemsenmesi
üzerine kurulu bir kurumdur. Tek kişilik demokrasi olmaz. Toplumun hem bütünlük
içinde hem de bireysel olarak kendini geliştiren ve topluma aidiyet duygusu
içinde hareket etmesi ile demokrasi ortaya çıkar. Aksi durumlarda demokrasi
eksik kalır ve belirli bir kesimin baskısına dönüşür.
Şimdi
konumuza devam edelim. Bunu arada belirttim. Çünkü bizdeki temel olarak bulunan
demokrasi kültürü kesin bir itaat kültürü içinde yaşanmıştır. Bu da
demokrasinin niteliğini gölgelemektedir. Osmanlı’da bir süre sonra bu demokrasi
geleneği sekteye uğramış ve gerilemeye başlamıştır. Osmanlının yıkımını getiren
bir sebepte halkın artık göz ardı edilmesi ve Dünya’daki gelişmelerden uzak
tutulmasıdır. Bu bozulan din anlayışının da bir getirisidir. Devlet bütün
dinlere saygı gösterdiğini söyleyerek halkı yönetirken dini bir baskı ve itaat
aracı olarak kullanırsa bundan hem devletin hem dinin hem halkın zararlı
çıkması kaçınılmazdır. Böyle gelişen bir durumda tabi ki Tanzimat gibi bir
fermanın ilanı ve meclis açılması aslında Osmanlıyı eleştirildiği kadar kötü
değil aksine daha iyi bir tecrübeye götürmüştür. Bu ferman olmasaydı veya
meclis açılmasaydı daha kötü sonuçlara maruz kalabilirdik. Dağılmayı baskı ile
engellemeye çalışmak, her etki bir tepkiyi doğurur felsefesine göre bizi daha
kötü bir duruma getirebilirdi. Tanzimat fermanı, meclisin açılması, anayasanın
kabulü, diğer ilan edilen fermanlar ve süre gelen süreç demokrasiyle tekrar
toplumun tanışması başlamıştır demek yanlış olmaz. Demokrasiye geçiş,
anayasanın kabulü ve Batıya açılan bir toplumda değişmeler meydana getirmiştir.
Toplum ve aile yapısındaki cemiyet ve geleneksel yaşam değişmeye başlamış artık
bireysel düşünceler ön plana çıkmıştır. Bu dönemde yazılan eserlerde toplumun
cemiyet merkezli, kişileri sınırlayan ve söz haklarının olmadığı yani
düşüncelerinin önemsenmediği bakış açısı birçok kere eleştirilmiştir. İnsanların
daha küçük birimler olarak yaşama arzusunu öğreten ve perçinleyen Batı geleneği
aslında demokrasinin ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur denebilir.
İşte
hem Dünya hem Türk toplumu ve devlet gelenekleri halkın düşüncelerini ve
haklarını görmezden gelmesi sonucunda demokrasinin temelleri atılmıştır ve
sürdürülmeye çalışılmıştır. Batı toplumunda derebeylerinin, kralların ve
kilisenin baskısı sonucunda başlayan bir mücadele ile elde edilen demokrasinin
söylendiği kadar “ileri demokrasi” olarak isimlendirilmesinin nedeni tabanın
isteği doğrultusunda ortaya çıkmasındandır. Bizim toplumumuzda ise çağın
gerekliliği için veya Batı gibi olmak için yöneticilerin halka “belirli düzeyde”
sahip olmamız gereken bir özellik olarak dayattığı şey demokrasidir. Halk bir
mücadele ile kazanmadığı için demokrasinin, haklarının ve düşüncelerinin
değerini hala anlayabilmiş değildir. Bu sadece Cumhuriyet öncesinde değil
sonrasında da bu şekilde süregelmiştir. Halkın yakın zamanda atlattığımız darbe
girişimini de demokrasiyi korumak için değil iktidar olan gücü korumak için
engellediğini söylemek yanlış olmaz. Çünkü herkesin bildiği gibi halk, Atatürk’e
olan saygısı ve iktidara olan güveni yüzünden “demokrasiye sahip çıkma”
görevini yerine getirmiştir. Aksi durumda yani hem Atatürk’e hem iktidara
saygısı ve güveni olmasaydı böyle bir engellemeyi yapıp yapmayacağı tam bir
gizemdir. Bu görüşümü de şöyle ortaya çıkarttım: Önceki darbelerde halk hem
kendisine hem de devleti yönetenlere o kadar güvenmediği için başka bir seçenek
için darbeye sessiz kalmıştır. Ama yakın zamanda darbe yapmaya çalışanlara bir
seçenek olarak değil de seçenekleri azaltan bir düşman olarak baktığı için “dur”
diyebilmiştir. Bence halkı burada harekete geçiren en önemli etkenler
yukarıdaki saydıklarımdır.
Darbelerden
bahsetmeye başlamışken diğerlerine de şöyle bir göz atmakta fayda vardır. Çünkü
konumuz demokrasi. Darbeleri demokrasiye yapılan resmen bir “hakaret” olarak
nitelendirmek eksik bir tanım olur fazla olmaz diye düşünüyorum. Darbeler,
bence fazlalaşan demokrasiyi kısaltmaya gelen bir tıraş makinesi gibidir.
Sürekli duyduğum belki siz de duyuyorsunuzdur “vesayet” denilen şey tam olarak
budur bence. “Belirli düzeyde” demokrasi
olarak az önce bahsettiğim şeyin düzeyini işte bu vesayet rejimindekiler
belirler. Şöyle bıraksalar halk aslında kendi kendine düze çıkacak ama
demokrasiyi kısıyorlar, insanları susturuyorlar ve korkutuyorlar. “Size fazla
demokrasi yok. Bizim kölemiz olarak kalacaksınız.” Gibi bir yaklaşım
sergiliyorlar. Her zaman söylendiği üzere en kötü iktidar bile darbe
yapılmasından iyidir. Tamam henüz bizim toplumumuzda demokrasinin değeri kavranamamıştır.
Nasıl yapılacağı bile bilinmemektedir. Ama bu halkımızın, yani senin, benim, akrabalarımızın,
komşularımızın ve herkesin ellerinde olan ve olması gereken bir hakkıdır.
Yapılan tüm darbelerin başka ülkelerin ve gücü elinde bulunduranların yaptırdığı
da güneşin ısı verdiği kadar gerçektir. Demek ki bizim demokrasi ile
ilişkimizin “belirli bir düzeyde” kalması için sürekli bir müdahaleye maruz
kalıyoruz.
Peki,
demokrasi tavandan tabana öğretilmeye çalışılması yüzünden halk demokrasiyi
öğrenemeyecek mi? Veya bu vesayet rejimini, ne bileyim bürokrasiyi, birçok
gizemli gücü ve karanlıkta gizlenenleri aşamayacak mı? Bunu yapabilir. Öyle
isyan etmesi, savaşması falan da gerekmez. Bunu başarabilmek için sivil toplum
örgütlenmelerine önem vermemiz gerekiyor. Tabi ki ilk önce kendimizi geliştirmeli,
demokrasinin mantığını ve gücünü anlamalıyız. Sivil toplum örgütlerinde
örgütlenmeli, düşüncelerimizi kanunlar ve yasalar sınırlarında bizi yönetmekte
olanlara yani devlete aktarmalıyız. Doğru ve yanlışlara, gerekli ve
gereksizlere, isteklerimize ve fayda sağlayacak şeylerde söz hakkımızı
kullanmalıyız. Demokrasi, sivil toplum örgütlenmesi olmadığı takdirde sadece
sandığa gidip oy kullanmaktan başka halkı ilgilendirmez. Bu da demokrasi
geleneğine aykırı bir durumdur. Demokrasinin bizim toplumumuzda oturmamasının
nedeni yukarıdan gelen bir “lütuf” olarak görmemiz değil bizim demokrasinin
şartlarını tam olarak kavrayamamış olmamızdan gelir. İnsanlar birey olarak
kendi düşüncelerini üretmesi kaçınılmazdır. İnsanlara ne kadar baskı uygularsanız
uygulayın yine de düşüncelerini engelleyemezsiniz. Yapılması gereken bence bu
düşüncelerini medeni bir insan gibi kendisi gibi düşünenlerle birlikte ifade
edebilmesidir. Bu yüzden de sivil toplum örgütlerini kullanarak devlet
yönetimine, siyasi partilere, bürokrasiye ve birçok alana etki gücünü
gösterebilmesidir.
Ülkemizde
sivil toplum örgütü denildiğinde genelde yasa dışı sol örgütler, anarşistler
geliyor. Bu ön yargıyı yıkıp herkesin yararlanabileceği birer kurum olduğunu
gösterilmesi gerekmektedir.
Yanıldığım
yerler olduysa bunları bana iletebilirsiniz. Kimseye karşı kin gütmem ve
herkesin eleştirisine memnuniyet ile yaklaşırım. Öyle uzman falan değilim bu
konuda yanılmam gayet doğal bir durumdur. Sadece aklıma gelmişken bu konudaki
düşüncelerimi size de aktarmak istedim. Beğendiyseniz, bana katılıyorsanız veya
katılmıyorsanız destek olmak için paylaşabilirsiniz.
Bülent Böceci
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)