26 Ekim 2017 Perşembe

Problemlerimiz: Kültürel Yozlaşma - 2

Bu başlığın birinci bölümünde anlattığım probleme başka bir taraftan yaklaşacağım bu yazımda. Kültürel yozlaşmayı en çok etkileyen etken benim için önceden evlilik programlarıydı. Artık evlilik programları yasaklandı. Bu iyi bir gelişme. Ancak toplumun bunu kendi isteği ile izlemeyi bırakmasını ve programların bu şekilde bitmesini diliyordum. Şuan yasaklanan bir program ileride tekrar yayınlanmaya başladığında izleyici kitlesi tekrar o programlara yönelmemesi için bir neden yok. Bu yüzden toplumun bu konuda aydınlanıp kendi isteği ile bırakması gerekliliğine tekrar vurgu yapmak istedim.
Bu yazıda kültürel yozlaşmayı artıran, şu an benim düşünceme göre en önemli etkenden bahsedeceğim. Bu etken “Popüler Kültür”dür.

Popüler kültür, fark etmeden insanların düşünce yapısını etkileyen, hem bireyi hem de toplumu içten içe bir bataklığın içine sürüklediği için kültürel yozlaşmanın şu an için ana sebeplerinden birisidir. Bunu şöyle açıklamak yerinde olacaktır. İnsanlar kendi tercihleri doğrultusunda bir şeye ilgi duyması normal olandır. Elbette birçok kişi kendi isteği ile aynı şeylere ilgi duyabilir. Ancak insanların kendi tercihleri olduğunu düşündüğü şeyleri aslında belli bir mekanizma tarafından yönlendirildiğini nasıl anlayacağız ve bunları ayırt edebileceğiz? Şu şekilde ayırt edebiliriz, eğer o anda reklam organları (televizyon, internet, sokaktaki panolar vb.) belli bir düşünceyi destekleyecek şekilde düzenlenmiş ise ve bu düzenleme insanları belli bir şeye yönlendiriyorsa burada algı operasyonu var demektir. İnsanların artık o şeye ilgi duyması ve popüler hale gelmesi olasılığı yüksek bir durumdur. Bunu anladıysak şimdi bu algı operasyonunun kültürümüzdeki yapılara yönelik küçük düşürücü bir şekilde uygulandığını düşünelim. Eğer algı operasyonu el yoluyla bulaşan hastalıklara yöneltilirse ve toplum el ile bulaşan hastalıklar konusunda çok titizlenmeye başlarsa, “küçükler büyüklerin ellerini öper” şeklindeki geleneksel düşüncemize olumsuz bir etkisi olmayacak mıdır? Artık aileler çocuklarına büyüklerin ellerini öpmemesi konusunda uyarmaya başlayacaklardır. Çünkü el ile bulaşan hastalıklar konusunda gereksiz olarak fazlasıyla uyarılmıştır. Böylelikle çocuklar büyüklerine saygı göstermesi gerektiğini beklide anlayamamaya veya kavrayamamaya başlayacaklardır. Bu şu an bulduğum bir örnekti. Belki uç bir örnek bile olmuş olabilir bilmiyorum.

Bu konuyu kafamda bir problem haline getirmemin nedeni aslında başkadır. Artık ülkeler ülkeleri askerleriyle işgal etmiyor. Etmeye çalışsa bile insanlar buna çoğu zaman gerektiği cevabı verebiliyor. Fransız Devriminden beri insanlarda milliyetçilik düşüncesi farkında olmadan çok fazla yayıldı ve kalıcı bir hale geldi bile diyebiliriz. Kimse vatanında başka bir ülkenin askerini görmek istemez. Bu yüzden ülkeler işgal politikalarını değiştirdiler. Örneğin, Arap baharını düşünelim. Hiçbir Avrupalı devlet kalkıp da Arap ülkelerini askerleriyle işgal etmedi. Halk aslında devrim yaptığını düşünüyordu. Devrim yaptıktan sonra daha düzgün bir hayat sürebileceklerini düşünüyorlardı muhtemelen. Mesela Kaddafi’yi düşünelim. Artıları olduğu gibi eksileri vardı. Ama en önemli özelliği Avrupalı ve Abd gibi ülkelere mesafeli davranmasıdır. Arap liderleri uyardığı konuşmasının videolarını internetten görebilirsiniz. Halka Kaddafi’nin kötü bir yönetici olduğu ve diktatör olduğu yalanı gizliden gizliye aşılandı. Kaddafi’nin kötü olduğu bir anda popüler oldu. Ve halkı birden Kaddafi’ye ihanet etti. Hal bu ki bence halkının Kaddafi’ye ihanet etmesine bir neden yoktu. Ancak algı operasyonu o şekilde kullanıldı ve halkı bunu yapması gerekliliğine inandı. Kaddafi’nin nasıl öldüğünü çoğu kişi bilir. Peki Kaddafi’den sonra Libya düzeldi mi? Süper güç falan oldu mu? Hayır. Sadece onun kötü olduğu ve öldüğünde süper olacaklarını düşündüler. İşte algı operasyonu ve popüler kültür saçmalığını fark edememenin sonuçları budur.
Ülkeleri askerler ile işgal etmeye gerek yok artık. Yapılacak şey insanları kendi değer yargılarından ayırmak, düşüncelerini yönlendirmek ve popüler bir kültür oluşturmaktır. Bunu Avrupalılara benzetmek ve Avrupalıların süper oldukları yönünde yaptığınız durumunda insanlar kendilerini ve kültürlerini aşağılık olarak göreceklerdir. Artık Avrupalı olmak moda olacaktır ve Avrupalı olmaya çalışmayanlar sadece aşağılık birer “varlık” olarak görülecektir. Kendi kültürünü bıraktığı durumda geriye toplumdan ne kalır? Artık yabancı dil konuşmak, yabancılar gibi davranmak “elit”, Türkçe konuşmak ve Türk geleneklerine bağlı olmak “sıradan ve aşağılık” bir eylem olacaktır. Bu olduktan sonra o ülkeyi işgal etmişsin etmemişsin bir şey fark etmez. Maliyetsiz olarak sömürge ve köleler elde etmiş bir Avrupalı ülkeler topluluğu ortaya çıkacaktır. Zaten şu an da böyle bir topluluk var. “Avrupa birliği” adı altında sömürgeci devletler topluluğu oluşturmuşlar. Biz de hala bizi aralarına alacaklarını düşünüyoruz. Bunu düşünmemizin sebebi de popüler olanın Avrupa birliği ülkesi ve Avrupalı sayılmak olduğu içindir. Buna neden ihtiyaç duyuyoruz? Kendi kültürümüzden ve düşüncelerimizden daha mı önemlidir Avrupalı olmak?

Bu gerçekten de önemsediğim ve insanların fark etmesi gerektiği bir problemdi. İnşallah sizlere yeteri kadar anlaşılır bir şekilde anlatabilmişimdir. Yazılarım hakkında düşünceleriniz olursa “Künye ve İletişim” bölümünden bana mail atabilirsiniz veya yorum yazabilirsiniz.



24 Ekim 2017 Salı

Derin duygu

Bir derin duyguya kapılıyorum. Derin dediysem anlıyorsunuz siz. O ince sızı, o iç çekişle gelen ve yüreğinin içinde kamp kuran bir duygu. Anlatılamayacağı belli iken hala anlatılmaya çalışan o duygu. Kapılıyorum, sürükleniyorum denizlerinde. Dalgaları, hırçın değil onun. O sessiz sakin kendine özgü şekilde dalgalara sahip, çokça huzurlu ama biraz endişe verici. Rüzgarla birlikte üşütüyor içimi. Gölgede soğuk, gözlerinde sıcaklaşıyor ısım. Görüyorum, bu görmek göz ile olacak iş değil bu sefer. Bu duyguda görmek bir göz eylemi olmaktan çıkıyor. Saç uçlarımdan bile görebiliyorum, öyle görmek benimki. Aslında arzuluyorum olmadığın her saniyede iç çekişlerimi, göğüs daralmalarımı ve en önemlisi parmak uçlarımdan bile kokusunu duymayı. O derin duygu için ihanet ediyorum bildiğim tüm kurallara, sevgilere, sevgililere ve sevişmelere. Cezalandırılmıyorum, çünkü ihanetlerimi gizliyorum aceleyle. İhanetlerime hiç kimseleri dokundurtmuyorum. Kendim bile unutuyorum ve günahsız olduğumu iddia ediyorum. Yalan söylüyorum her yeni duyguya, günahsız geliyorum sana diyorum. Yalanların en büyüğünü söylüyorum ama belli etmiyorum. Ustalaşıyorum yaptığım bu gizli oyunumda. İlk perde kapandığı vakitte, sessizce neler kazandığıma bakıyorum. Neler kaybettiğimi hiç umursamıyorum. Çünkü kazandığımı düşünüyorum.
Yatsılar geçiyor, mumlar sönmüyor artık. O devir geçti diyorum içimden, o devir geçti. Artık ustalaştım bu oyunda. Sonra dönüyorum, dolaşıyorum, yaşlanıyorum. Unutuyorum gittiğim duyguları, tekrar ilk duyguma dönüyorum. İlk derin duygum, unutmuşum onu. Yine aynı oyunu oynuyorum hiçbir şeyden habersizce. Akıllanan duygum beni kandırıyor. Darbelerin en büyüğünü vuruyor. Ya da ben öyle sanıyorum. Yıpranıyorum, yıpratılıyorum. Bunları en kötü zamanlarım sanıyorum. Ama öyle olmadığını anlıyorum. O duygudan sonra bir daha hiçbir duyguya gidemiyorum. Istırap çekiyorum, isyan ediyorum. Yine de gidemiyorum.

Nefret etmeye başlıyorum artık derin duygulardan. Nerede görsem kaçıyorum, kaçmaya çalışıyorum. Gizli gizli yerler keşfediyorum içimde. Saklandım sanıyorum. Sonra mı? Sonra işte bir derin duyguya kapılıyorum. Kaçamıyorum, çünkü artık yorulmuşum. Yaşlanmış yüreğim, artık gözlerimle görmeye başlıyorum. Bu bildiğimiz görmek oluyor. Eski zamanlarımı hatırlıyorum, hüzünleniyorum. Yürüyorum, hiçbir yol çıkmıyor denize. Bir rüzgar essin diyorum, alsın götürsün içimdeki bu derin duyguyu. Olmuyor. O derin duygu hiçbir denize götürmüyor, dalgalar artık rüzgar ile coşmuyor. Anlıyorum, aslında hiç anlamıyorum artık. Derin duygu ne demek onu bile bilmiyorum…

22 Ekim 2017 Pazar

Problemlerimiz: Gelir düzeyinin eğitimi etkilemesi

Merhaba,
İlk olarak geçmişe giderek eğitim konusunda birkaç düşünce belirtmem ve hatırlatmam gerekiyor. Osmanlı dönemi, Selçuklu dönemi ve Cumhuriyetin ilk dönemlerinde bilindiği üzere okumuş kişi sayısı öyle fazla değildi. Cumhuriyet döneminde artış oldu ancak bu şu anki duruma göre gerçekten düşük bir oran. Osmanlı döneminde, Selçuklu döneminde ve belki daha önceki dönemlerde okumaya gönül vermiş ve kendini bu yönde geliştirmek isteyen insanlar zamanın eğitim kurumlarında veya bilgili “hoca, aydın” vb. kişilerin yanında çırak olarak eğitim görüyorlardı. O zamanlar şu anki gibi vergiler, kapitalizmin cazibesine kapılmak ve gereksiz oyalayıcı şeyler olmadığı için insanlar şu ana göre daha rahat bir şekilde hedefleri doğrultusunda hareket edebiliyordu. Tabi o zamanlarda başka zorluklar vardı, yoksa neden okuma oranı bu kadar düşük olsun? Cumhuriyet döneminde de Atatürk’ün eğitime verdiği önem sayesinde istediğin mesleği yapmak ve eğitimini almak kolaydı. Bunu öğrenmek için birçok kaynak bulunuyor. Bu yazının konusu bu olmadığı için daha fazla detaya girmeye gerek duymuyorum.

Şimdi ise, daha önce yazdığım yazılarda değindiğim kapitalizm denen bir ticaret batağında insanların harcanması, beyinlerin yıkanması ve insanın yaşadığı kimlik bunalımlarını bu konuya bağlayabilirim. İnsanlar, farkında olmadan gerekli gereksiz birçok şeye para harcıyor. Sırf marka olduğu için ve o an onun moda olduğunu düşündüğü birçok eşyaya paralarını harcıyor. (Nasıl oldu bilmiyorum ama iki cümle de aynı şekilde bitti.) Buna örnek vermek gerekirse, elimizde henüz eskimemiş ve ihtiyaçlarımızı karşılayabilecek bir telefonumuz var. Ancak bunun daha iyisi çıktığında, ihtiyacımız olmamasına rağmen onu almamız gerektiği düşüncesine yöneltiliyoruz. Ama HİÇ ihtiyacımız yok, çünkü elimizdeki telefon hala işimizi görüyor. Bu tamamen çevresel etmenler yüzünden oluyor. Şimdi böyle aldığımız birçok eşyayı düşünün, gelirimizin büyük kısmı böyle şeylere hibe ediliyor. Bunlara paramızı harcamamış olsaydık gelirimizi eğitim için kullanabilir miydik? Evet. Şimdi bu anlattığımı aklınızda tutun. Bir diğer konuya geçiyorum.

Şu an devletin bizden doğrudan ve dolaylı yollardan aldığı vergileri düşünün. Doğrudan olana örnek vermek gerekirse, katma değer vergisini sayabiliriz. Dolaylı yoldan olana ise şöyle bir örnek vermek yerinde olur. Bir araç alıyoruz, bu aracın fabrikadan çıktığındaki satış miktarı x olsun. Bunun kar miktarını ekliyoruz, x+k. (k- kar) Türkiye’ye girişinde kesilen ötv, mtv, kdv birçok vergiyi ekleyelim, x+k+v+v+v+v. (v- vergi) Normalde 10 bin lira olan araba kar ile 15 bin olsun. Vergiler ile birlikte 45 bin lira civarı bir paraya bize satışa sunuluyor. Fazladan 30 bin lira para ödedik. Bu parada yine bizim cebimizden çıkıyor. Vergiler bu kadar yüksek olmasaydı, gelirimizi eğitimimize harcayabilir miydik? Evet. Şimdi vergiyi de aklımızda tutuyoruz. Artık asıl konuya geçiyoruz.

“Gelir düzeyi eğitimi nasıl etkiler?” sorumuz bu. Yukarıda anlattığım üzere zaten gelirimizi zaten çok fazla şeye gereksiz olarak hibe ediyoruz. Bir de gelirimiz düşük ise, aile çocuğuna nasıl daha iyi ve çocuğun istediği “yetenekli olduğu, ilgisinin olduğu” bir alanda eğitim görmesini sağlayabilir? Örneğin, eve sadece asgari ücret girdiğini düşünelim. Aile 3 kişilik olsun. (CB’mız en az 3 çocuk dedi ama olsun.) Şimdi gelirin bir kısmı vergilere gidiyor, G(Gelir). G-v-v-v… Ev masrafları var tabi bir de. Geriye bir şey kalırsa, diyecektim ancak geriye bir şey kalmıyor. Şimdi bu ailenin çocuğunun Türkiye'nin en iyi üniversitesinde konservatuvar okuyabileceğini düşünüyor musunuz? Bu çocuk örneğin İstanbul gibi bir yerde sadece devlet bursu olan 450 TL ile hadi yine iyiyiz diyelim devlet yurdunda kalarak, yaşayabileceğini düşünüyor muyuz gerçekten? Bakın bunun bir olasılığı yoktur. Çocuğun İstanbul’da bir işe girip çalışması gerekir. Bu çocuk okusun mu çalışsın mı? Okumak için çalışsın şıkkını işaretledik, ancak şimdi bir sorunumuz daha var. İş nasıl bulacak? Buldu diyelim bu iş ne kadar ona para kazandırabilir? Okumasına ve yaşamasına yetecek bir miktarda para kazanmasının olanağı yok. Ayrıca bu şekilde okumayı başardı diyelim, konservatuvar okuyor. İş bulması ve mesleğini yapabilme olasılığı da pek olası gözükmedi benim gözüme.

Bu aile çocuğunu böyle bir yükün altına atmaz. Bu şekilde eğitim görmenin ve sonu öyle çok belirli olmayan bir alanda ilerlemesi emin olun hem zor hem de çocuğun üzerindeki ruhsal etkisi çok olumsuz olacaktır. Bu şekilde eğitim gördükten sonra insanın içinde ister istemez bir “aşağılık duygusu” ortaya çıkar. Bu aşağılık duygusu da şudur: İstanbul’da en iyi olarak tabir edilen bir okuldaki öğrencilerin çoğunun ailesinin geliri ve olanakları çok fazladır. Arkadaşlarıyla kendi hayatını karşılaştırmaya başladığı takdirde kendisini onlardan daha “ezik” hissetmeye başlar. (Bu tanımlamalar kötü olsa da hayatın gerçekleri, kimseyi aşağıladığım falan yok. Yanlış anlaşılma olmasın.)

Bu örneğimizdeki çocuğun illa ki üniversite okuyorsa sonunda iş olanağı olan bir bölümü, yaşamın pahalı olmadığı bir şehirde okuması zorunlu hale gelir. Bunu yapsa ne olur? İstediği bölümü okumamış, hayallerini yırtıp atmış olur. Bir insanın hayalinin yok olması demek o insanın yaşamasının pek bir anlamı olmadığı düşüncesine beni itiyor. Sürekli bunu size anlatmaya çalışıyorum. Hayallerimiz ve düşüncelerimizi ne kadar elde edebiliyorsak o kadar yaşıyoruz. Her hayal ve düşünce sonuca ulaştığında iyi veya kötü şekilde çevresine iz bırakır. “En son adını hatırlayan insan öldüğünde hiç yaşamamış olacaksın.” bakış açısına göre bir insanın hayalini elinden aldığınızda o insan zaten bence yaşamamış sayılır.

Şimdi gelir düzeyi iyi olan bir aileyi örnek alalım. (Hak geçmesin J) Gelir düzeyi iyi bir aile tanımım benim şu şekilde, hem anne hem baba çalışıyor ve bunların gelirleri toplamı aylık en az 8 bin - 10 bin TL'nin yakınlarındaysa bu aile iyi gelirli bir ailedir. Yine tek çocuğu olduğunu düşünelim. Bu ailenin çocuğu, isterse gider yurt dışında eğitim görür, isterse Türkiye’de özel bir üniversitede güzel sanatlar okur. Neden okur biliyor musun? Çünkü zaten tek çocuk, zaten ailesinin geliri iyi gelecek kaygısı neden olsun? Annesi babası öldüğü durumda bile ailesi çocuğunun bundan sonraki hayatı için yatırım yapmış olur. Böyle bir durumda çocuk ileride acaba iş bulur muyum, işsiz kalır mıyım gibi sorularla kafasını meşgul etmeden istediği bölümü okuyabilir. Bunu bu yazıyı okuyan herkes adı gibi biliyor.

Ben sizin bilmediğiniz bir şey anlatmaya çalışmıyorum. Sizi bu konu üzerinde düşündürmeyi ve bu durumu düzeltmeye çalışmanız için teşvik etmeye çalışıyorum. Sadece BoraSu’lar Berkecan’lar hayalleri peşinde koşmasın, Anadolu’da yaşan Bülent’ler Hüseyin’ler de hayallerini gerçekleştirsin diye çabalamamız gerektiğini size anlatmaya çalışıyorum. Kendimi acındırmıyorum tabi, isteseydim ben de gidip İstanbul’da bilmem ne üniversitesinin adını bile söyleyemediğimiz bir bölümünde okuyabilirdim. Ama yaşadığım şehirde istediğim bölümde okumak benim tercihimdi. Elimde olanağım olmasına rağmen yapmadım ve yapmak isteyen geliri düşük olan ailelerin çocukları olabilir diye bu durumun düzelmesi için sizlerin ilgisini ve düşüncesini bu yöne yöneltmek istiyorum. Çünkü elimden bu geliyor, sonuçta ben de öğrenciyim. Devrim yapacak halim yok şuan, ama ileride elimize olanak geçtiğinde bu durumun düzelmesi için bir şeyler yapmalıyız. Bunu yapabilmek için şimdiden bu konu üzerinde gerçekten sorunları çözecek çözümler bulmaya çalışmalıyız.

(Yukarıda yazdığım isimleri salladım. Genelde gelir düzeyi iyi aileler çocuklarına böyle isim koyuyor, diğerleri de işte normal isim koyuyor. “İsimleri mi ayrıştırıyorsun artık Bülent?” Evet, bunu da ben ayrıştırıyorum. Sanki her şey birleşik de bu ayrışıyormuş gibi kafaya takmayın diye söylüyorum bunları. J))

17 Ekim 2017 Salı

Dışlanış

Öyle dışlıyorsunuz ki insanı,
Öyle farkında olmadan
Fark ettirmeden
Fark ettirmemeye çalışarak
Ama öylesine soğuk ve sert çelik gibi
Dışlıyorsunuz, dışlanıyorsunuz.

Her dışlayışınızda biraz daha,
Hep biraz, biraz dışlanıyorsunuz.
Fark etmeden,
Fark edemeden.

Geç kalmışlığımız, geciktiriyor her şeyi.
Hep ceza kesiliyormuşçasına,
Hep o bakışlarla yargılıyormuşçasına,
Boynunda urgan ile darağacında
Bir insan duruyor.
Gülmüyor, ağlamıyor, düşünmüyor.
Hem düşünse ne çıkar çaresizlikten başka?

Düzen savunuculuğu yapıyorsunuz.
Dışlıyorsunuz, yargılıyorsunuz, cezalandırıyorsunuz.
Arkadaşlıklarınız, aşklarınız, çıkarlarınız…
Öylesine soğuk, öylesine, hep öylesine yapıyorsunuz.

İçlerinden çıkmıyor.
Kinleriniz, fesatlıklarınız, önyargılarınız
Hep engel oluyor.
Engel, engeliniz, engelimiz nefes alıyor oluşumuz.

Dışlanıyoruz, dışlanıyorum.
Fark etmeden,
Fark ettirilircesine,
Sıcak değil ama soğuk da değil.
İçten içten dışlanıyorum.

Hayattan, insanlardan, insanlıktan..

16 Ekim 2017 Pazartesi

Türk Edebiyatının yeni akımı: Rap Müzik/Şiiri

Lise yıllarımdayken bazen rap sözü yazmaya çalışırdım. Bazen bunu başardığımı düşündüğüm bile oluyordu. Hatta birkaç sözünü yazdığım şarkı bile kayıt altına almıştım. Şimdi o zamanları düşünüyorum. Umursamazca istediğimi, düşündüğümü yazabiliyordum. Bu yüzden hala rap müzik dinlemeye devam ediyorum. Bence -çok ciddi olarak savunurum bunu- şuan edebiyat ve şiir kendisini rap müzik ile devam ettiriyor. Öyle parçalar görüyorum ki gerçek bir sanat eseri, şiir tanımının yükümlülüklerini taşıyan bir şiir gibi yazılmış. (“Şiir tanımının yükümlülükleri” de ne saçma bir tamlama oldu.  Şiir tanımında kimi esas alıyoruz da yükümlülüklerini de ona göre belirliyoruz belli değil ama herkes sanki tek bir tanımı esas alıyormuş gibi bir tavır takınıyor. Garip ama ben de kullandım bunu.) Bence artık edebiyat araştırmacıları artık bu şiirleri kabullenmeli ve üzerinde çalışmalı, bunların günümüz edebiyatı olduğunu vurgulamalılar. Eğer şuan bir edebiyat ekolü olarak tanımlayabileceğimiz bir topluluk tanımıyorsak, bunun sebebi rap müzikteki şiirleri görmezden geldiğimiz içindir.
Şimdi bu söylediklerimi okuyanlar şu argümanı öne atarak düşüncemi yıpratmaya çalışabilir, aklıma ilk bu geldi o yüzden bunu açıklayayım. “Rap müzikteki şiirlerde çoğunlukla küfür, argo, cinsellik ve birçok kötü şeylerden bahsediliyor.” Evet, aslında bu doğru olabilir. Ancak topluma baktığımızda küfür, argo, cinsellik gibi çoğu şey toplumda şuan yaşıyor. Diğer müzik türlerindeki şiirler gibi veya divan edebiyatındaki gibi toplumdan uzak bir edebiyat olsaydı bir şey değişir miydi? Zaten benim bir ekol olarak rap şiirini öne atmamın sebebi bu gibi şeyleri içermesindendir. Toplum şuan bu yönde ilerliyorsa, “bizler araştırmacıyız, elitleriz, akademisyeniz” gibi bir bakış açısı ile edebiyatın içinde olan bu şiiri görmezden gelmek görevini ihmal etmektir. Şahsen ben akademisyen olursam veya olamazsam da bu konu üzerinde çalışmayı planlıyorum. Nazım Hikmet, Turgut Uyar, Edip Cansever vb. birçok şair yaşadı, edebiyatını yaptı ve artık edebiyat onların bıraktığı noktadan farklı bir noktaya doğru ilerledi. Şiirin içinde argonun olması şiirden bir edebi değer düşürmeyeceğini savunuyorum. Eğer şiir halkın duygularını, yaşadıklarını anlatıyorsa halkın düşündüğü biçimde icra edilmesinin ne gibi eksik bir yanı olabilir? Herhalde hala “şiirde ölçü olmalı” “şiirde karmaşık söz sanatları olmalı” gibi saçma sapan bakış açıları içinde sürükleniyoruz? Bunları biz Cumhuriyet Dönemi şiirinde aşmış olmamız gerekiyor. Bunların herkes tarafından aşıldığına inanıyorum.
Artık edebiyatımıza yeni bir sayfa açmanın vakti geldiğini söylemeye çalışıyorum. Artık edebiyata farklı bir bakış açısı arıyorum. Çünkü benim küçüklüğümden beri, hatta eminim son 30-40 yıldır aynı sınıflandırma içerisinde ilerliyoruz. Cumhuriyet dönemi edebiyatı artık yeni bir soluk aldı ve bunu fark etmemiz gerektiğini düşünüyorum.