9 Aralık 2018 Pazar

Soğuktan Korkuyorum



Yazları deniz kenarlarında
Ayaklarım toprağın altında
Uzanıp geceleyin
Yıldızlara bakamıyorum
Bir rüzgar eser denizden
İçim ürperir.

Soğuktan korkuyorum

Memleketim,
Adında deniz varken kurakçılsın.
Özgürlüğe mi öykünüyorsun?
Mavi, ufuk, soğuk!
Ben korkuyorum.

Bir sigara yakıyorum.
Duman odanın duvarlarında
Perdeler sarı, fotoğraflar sarı,
Her şey sararıyor.
Gözlerim kızarıyor,
Pencereler kapalı ama yine de ürperiyorum.

Soğuktan korkuyorum.

Yağmurdan kaçıyorum
Ama lapa lapa karın altında duruyorum.
Bir sokak lambası, kavisli duman
Küller siyah, yer beyaz
Evreni kirletiyorum.
Soğuktan korkuyorum,
Ancak karda üşümüyorum.

Ayaklarım, ellerim, burnum, kulaklarım
Hepsi üşüyor umursamıyorum.
Hele sırtıma girdi mi ürperiş
Korkuyorum.
Ölümü hatırlayıp arada kalıyorum.
Cesedimin üstünde yağmur damlaları
Susmalarına ortak oluyorum.
Yalnızlıktan değil,
Soğuktan korkuyorum.

2 Aralık 2018 Pazar

Hislerimin Macerası




Çayımın son yudumunu alıp
Sandalyemde geriye doğru esneyerek
Belimdeki saplantılarımı kıtlattım.
Şimdi yağ kar, hazır hislerim
Kefenini giymeye, az önceki yağmur
Yıkadı zaten pıt pıtlarını…

Rahip hiç yadırgamadı
Selanı okudu bir gündönümünde.

Annem “Aşk sağ olsun” diyebildi
Aşk diyarını sonsuza dek koruyacak şehit oğlum.
Babam hüngür hüngür ağlıyor ey kimsesizler!

Herkes eylem için ara sokaklara doluştu
“Sevgilinin hakkını şimdi ver aşık,
Yüreksizlerin ayağına ser aşık,
Allahsızlara hep mi selam şer aşık,
Yüreğimize yağdın sinsice ey seng”
Diye sloganlaşıyor şiirleri sevgilinin şimdi.

Ben ise tüm bu olanları hayretle izliyorum.
Senin ne düşündüğünü mimiklerinden çıkartıyorum.
O şatafatlı makyajlar anlatıyormuş gibi, biliyorum.
Şimdi düştü ayaklar altına alış-veriş odaklı
Menfaatsizlik ve ilişiksizler.

Hislerimi gören hahamlar,
Uzay boşluğuna atmakla tehdit ederken
Düşerdi
Kara sevda adlı bir dağın tepesine.

“Kavuşmamak ve hasretsizlik odaklı günlerin birinde
Dirilip geldiğinde, tüm sevgilere itaat etmekle emrolundu!”
Diyerek avaz avaz bağırdı tüm düşmanlarım şiirlerimi.

20 Kasım 2018 Salı

Yeni Yetme Şair'den


Hangi şiiri okusam sanki ben yazmışım gibi
Gecenin şerri gündüzün hayrından iyidir diye ertelediklerim.
Düşün, hislerimi anlatan bunca mısra varken
Hala yazıyorsam bir fark olmalıydı
O fark da geçmişti.
Heceyi ozanlara verdiğimiz bu çağda
Benim benliğim, özgürlükteydi!
Ve hala ölü doğuyordum meclisin kararlarına.

“Falanca hanımla imsak kesilene kadar sohbetlerimiz”
Adlı televizyon programında daimi konumuzdu:
Aşk.
Pardon yine imgeye kurban gittin, sevgilim.
Allahım sen affet bu yeni yetme dizelerimi!

Sadece kalbime anlam yüklüyorum.
Yemişim şairlerin susma, konuşma, bakma üzerindeki
Hüsn-i talil kurma çabalarını!
Kaçırdığım duraklardan sana sığınırım.
Yoksa bana mı?

Artık,
Çözümsüzlük örneği olsun edebiyat tüccarlarına.
Bağlamını bile boş verip yakmış desinler bütün düğümleri
Meydan okuyorum!
Ey’li hey’li bey’li seslenişlerle hepsini toplayıp
Açıklamıyorum manifestomuzu:
“Yeni yetmeler yıkacak kuramlarınızı!”

29 Ekim 2018 Pazartesi

Azizler


Azizim…
Aziz diyorum size
Ey’li başlayan dizeler yazanlar
Şairler, hepiniz azizsiniz diyorum sizlere!
Şiir dininde gönlümüzü bağlıyoruz
Her şiir bir terbiye veriyor gönle
Hiçbir dizeyi atlattırmayan
Aziz ağabeylerimsiniz.

Hey dedi oradaki çocuk
Ne var çocuk? Atlama mısraların arasına
Nerede senin terbiyen!
Babandan bir şamar,
Anandan terlik yememişçesine patavatsızsın,
Anladım.
Sen ilahilerimizdeki yakarışlarımızsın…

Azizleri anlıyorum bu yarım ayda.
Anlamak yetmez diyor ağabeyler,
“Bilmek gerek.”
Mastarlarla çekilen bir eylemi değil,
Tek başına var olabilen bir adı bilmek gerek.
Adın gibi adı gibi
Adımız…

O değil miydi?
It değildi he değildi she değildi!
O hiçbir şey miydi sahi?
Her şeyde yok olmaktan hiçliği unutan bir müridinim,
Hey yâr!
Ey diyemem sana,
Anla beni.

1 Ekim 2018 Pazartesi

Hayaletlerden Medet Ummak




Günümüzün büyük hastalıklarından birisidir hayaletlerden medet ummak. Bir an gelir dara düşeriz yetiş ya falanca deriz. Bir an gelir şu kişi şöyle söylemişti deriz. Bunu söylememiz için hangi ideolojiye sahip olduğumuzun bir önemi yoktur aslında. O an bize yardımcı olacak şey neyse eskilerden yapılmış bir şeyden yardım alırız. Ama hep “eskiden” olana bakarız. Günümüzde ne yapıldığının, mevcut koşulların aynı olup olmadığının veya bizim ne düşündüğümüzün hiçbir önemi yoktur. Önemli olan “eskiden” beslenebilmektir. Bir söz eskiye dayanmıyorsa hükümsüzdür.

Yaşayışımız, eğitimimiz, kültürümüz ve hayatımıza dair her şey eskiye bağlı olmak zorundadır. Yoksa o şey önemsizdir. Neden? Çünkü eskiler her şeyin iyisini bilir. Yeni bir şey söyledin mi? O zaman dışlanmaya ve eziklenmeye hazır ol. Çünkü sen nereden bileceksin! Sus. Küçüksün sen, çünkü geç doğdun. Neyden geç doğdun sana öğreteyim. Deneme yazmak için Montaigne’den, komünizm konuşmak için Marx’tan, faşizm konuşmak için Mussolini’den, İslam’dan bahsetmek için ehl-i sünnet imamlarından, tasavvuftan bahsetmek için Mevlana’dan ve Türkçülükten bahsetmek için Ziya Gökalp’tan küçüksün. Çünkü onlardan sonra konuşmak kimsenin haddine değildir, öğren bunları ÇOCUK. Eğer bu konularda ve daha nicelerinde söz söyleyeceğinde eskilerdeki insanlar ne söylemiş diye bakacaksın ve onların ağzından konuşacaksın. İlerleme mi? Sen eskidekilere geri kalmış mı diyorsun! Hadsiz seni.

Bizim konuşmaya ve daha nicelerine yaşımız yetmez. Biz sadece öl denildiğinde ölmeye hazırlanan birer kurbanız. Sakın ki sesimizi çıkartmayalım, yoksa kurban olamayız maazallah!



Bülent Böceci
01.10.2018


21 Eylül 2018 Cuma

Düşünüyor ve Hüzünleniyorum


Hüzün sarıyor etrafımı günden güne. Hiç enerjim yokmuş gibi nefes alıp veriyorum. Bazı insanlar görüyorum. Konuşmak istesem dahi içimde sözcükler sıralarına girmiyor. Umursamaz bir tavır takındığımı sanıyorum. Halbuki hiçbir şey yapmıyorum. Günden güne sönükleşiyor, kendimi örseliyorum. Bir çivi oluyorum bir de çekiç kendi kendimi betona gömüyorum. Farkındayım aslında dışlanmıyor, kendimi dışlıyorum. Müziğin sesi kulaklığıma az geldiğini dert ediniyorum. Uykudan uyanmak da içimden gelmiyor. Dedim zaten hüzün sarıyor etrafımı. Hüzün bir sonbaharda umut ettiklerinizi götürmekten başka hiçbir şey yapmıyor.

Hayatta birçok şeyden ders çıkartıyorum ama yine de nedense bir adım ileriye gidemiyorum. Galiba üşengeçlik denilen durum karakterime kadar işlemiş. Hayatımı her gün baştan aynı şekilde kurguluyorum, ancak dediğim gibi hiçbir adım atmıyorum. Gerçekleştirmeyeceksem neden sürekli kendimi yoruyorum? Düşünüyorum, düşünüyorum, düşünüyorum. Hüzün sarıyor etrafımı yine ümitsizleşiyorum, yine üşengeçleşiyorum.

Bir sigara yakıyorum. Hava soğuk, pencerelerim kapalı, duman odamı dolduruyor. Bilgisayarın ışığında dumanlar dans ediyor görebiliyorum. İçime zehir ve huzur aynı anda doluyor. Hissizleşiyorum, daha doğrusu ne hissedeceğimi bilemiyorum. Her yanan sigarada ölüme yaklaştığımı düşünüyorum ama içmesem de öleceğim aklıma geliyor ve umursamıyorum. Hastalanıyorum, umursamıyorum. Yalnız kalıyorum, umursamıyorum. Yalnız kalamıyorum, umursuyorum. Yalnız kalamamak acı veriyor. Çünkü yalnız kalamadığımda biliyorum ki yine bir şeyler ters gidecek. Yine kendimi gereksiz yere kıracağım.

Düşünüyorum ve hüzünleniyorum..


10 Eylül 2018 Pazartesi

Problemlerimiz: Şekilcilik


Merhaba,
Neredeyse 4-5 aydır problemlerimiz başlığına uygun bir yazı yazmadığımı fark ettim. Bunu fark ettim çünkü içimde bir şeyler dolmaya başladı. Artık taşıyamayacak noktaya geldim. Bunu artık bardağın taşmaya başlayacağını anladığımda ve kendimi çok yorgun hissetmeye başladığımda anladım. Bunlar aslında giriş için havadan sudan muhabbet için yazılan satırlardı. Tekrar merhaba

Bu yazımdaki konumuz şekilcilik. Biz nedense artık bir şeyin ne anlam taşıdığı veya neler anlattığıyla değil, şeklinin bize hoş gelip gelmemesiyle ilgilenir olduk. Kapağını beğenmediğimiz kitabı okumaya çaba bile harcamıyoruz. –Zaten kitap okuduğumuz da söylenemez.- Bizimle konuşan birisinin bize karşı dürüstlüğünü, samimiyetini ve anlattıklarının ne olduğunu değil, o kişinin güzelliği/yakışıklılığına bakarak değerlendirme yapıyoruz. Ama anlatacağım böyle bir şey değil. Bilindiği üzere milliyetçi denilebilecek türde bir fikir yapım var. Böyle olunca da gözümün önünde hep bu tipte insanlar oluyor. İşte böyle bir ortamda da bu kişileri gözlemleme şansım oluyor. Artık insanların milliyetçiliğine ve ona ne derece hizmet ettiğine bakmaz olmuşuz. Mesela, birisi çıkıp bozkurt yapıp bir sürü fotoğraf çekilip bunları paylaşır. Bir anda muhteşem derecede milliyetçi bir insan olur. Tabi gördüğü ilgiden dolayı milliyetçi pozunu bozmadan bu şekilde devam eder. Bir başkası ise, çevresindekilere milliyetçiliğin aslında ne kadar önemli olduğunu ve milliyetçiliğin ne olduğunu anlatarak davasına insan kazandırmaya çalışır. Eksik gördüğü noktaları tamamlamaya, aşırılık görünen şeyleri azaltmak için çaba gösterir. Bu şekilde toplumun milliyetçiliğe ön yargı ile yaklaşmamasını sağlamaya çalışır. Bu iki insanı birisine sorduğunuzda “hangisi milliyetçidir?/hangisi daha milliyetçidir?” diye alacağınız cevap “bozkurtlu” fotoğraflarını paylaşan kişinin daha milliyetçi olduğu yönünde olur çoğu zaman. Biraz kendinize baktığınızda zaten bunu benim anlatmama gerek duymadığınızı bile göreceksinizdir. Bozkurt yapmış biri genelde küçük çocuk, kadın, güvenlik güçlerinden birisi veya siyasi lider olduğunda hemen onu poh pohlayıp “işte be Türk dediğin böyle olur” laflarını dizmeye koyulursunuz. Ama bu uğurda mücadele eden ve fikir olarak bunu yaymaya çalışan birisini gördüğünüzde ilgilenmezsiniz bile. Çünkü dışarıdan şekil daha önemlidir. Keşke bir bozkurtlu fotoğrafla milliyetçi olunsa da bu kadar çaba göstermeye gerek kalmasa diye geçiriyorum böyle zamanlarda. Keşke…

Şekilcilik öyle bir boyuta geldi ki görüyorsanız zaten mideniz bulanıyordur bu durumdan dolayı. Televizyonlar, sosyal medya hepten zıvanadan çıktı ama şöyle bir örnek göstereyim. Ameliyatlarla veya doğal olarak herkesin beğeneceği bir şekle gelmiş kadın çok basit şeyler yapıyor olsa bile herkesin ilgisini çeker. Ancak ortalama bir güzelliğe sahip bir kadın düşüncelerden, bilgi gerektiren şeylerden veya sorunlara çözüm üretmeye çalışıyorsa bu kadını dinleyen çok az insan olur. Durum böyle olunca da kadınlar da artık böyle şeylerle pek ilgilenmemeye veya fazla bir umuda kapılmamaya başlıyor. Çünkü toplumun dikkat ettiği şey şekilcilik, yani dışarıdan nasıl göründüğünün önemli olduğudur. Bu yüzden zaten başta bilim olmak üzere çoğu alanda erkekler daha çoğunluktadır. Çünkü her kadının “güzel olmak” dışındaki konular ilgisini çekmiyor.
Erkeklerde ise ya çok başarılı olacaksın ya çok iyi bir dış görünüşün olacak ya da çok iyi bir kazancın olacak. Bunlardan ikisi de şekilcilik ile ilgili bir şey aslında.  İyi bir dış görünüş zaten direkt olarak şekilci bir bakış açısından kaynaklanıyor. Çok iyi bir kazancın olacak kısmı da şekilcilik ile alakalıdır. Kazancını nasıl elde ettiğinin önemi yoktur çoğu zaman. Önemli olan kazandığını nasıl harcadığındır. Ne kadar iyi gösteriş yaptığındır. Başarı da kimin dikkatini çeker? Ne kadar başarılı olduğunuzun önemi çok yoktur toplumun gözünde. Önemli olan bunu ne kadar pazarlayabildiğinizdir.

Ne kadar başarılı, bilgili olduğunuzun çok önemi yok artık. Önemli olarak dışarıdan hangi şekilde gözüküyorsunuz. İşte durum böyle olunca da insanlar bir noktadan sonra ne kadar başarılı olduğumun önemi yoksa neden çabalıyorum noktasına gelecektir. Bu noktaya geldiklerinde ise toplum her alanda ilerlemeyi bırakıp tamamen “tüketici” olacaktır. Sonrası da hepinizin bildiği gibi…


7 Eylül 2018 Cuma

Gönderilememiş Mektuplar - 1


Öncelikle merhaba,

Seni, yüreğimi dolduran bütün duyguları ve sevgiyi birleştirdiğim mucizevi ve saygın bir aşk ile sevdikten sonra hala ufak tefek ilgi zerrelerine, yalancılık ve çıkar içindeki azgınlığa bürünmüş yapmacıklıklara kanmanı hala anlayamıyorum. Galiba bu senin benim bu kuvvetçe her şeyi yıkıp geçirebilecek ilgime maruz kalmandan ya da benim seni hiç sevmemiş olmamdan hatta bu güne kadar hiç sevilmediğini düşünmenden kaynaklanıyordur diye umuyorum. Bir düşüncem daha var ki bu en aşağılık varlık sıfatını taşıyanların bile kaldıramayacağı ağırlıkta ve alçaklıkta olup vicdanı ve ahlaki değerleri bulunan her kimsenin buna göğüs geremeyeceği kadar ağır bir alçaklıktır. Yer çekimine bile gerek duymadan cehennemin yedi kat altına batmana sebep olacak bu nedenden dolayı umarım bu şekilde davranmıyorsundur. Az önce bahsettiğim gibi bir aşk beslediğim -beslediğim diyorum çünkü aşk hiçbir zaman bitmeyen bir olgudur- birisinin hayatı ölene kadar beni ilgilendirip kaygılandırır. Mutlu olmanı canı gönülden istiyorum. Ancak düşüncelerimi oluşturan tavırlarından dolayı da bunu başaramadığını, kendini yalancı zevklere kaptırdığını görerek kaygılanıyorum. Hayatına bir düzen vereceğin günü görmeyi dört gözle bekliyorum. 

Bülent Böceci


1 Eylül 2018 Cumartesi

Sevemezdim


Sevemem.
Sevemem ve anlatamam şiirlerde.
Gün rengini güneşin batışı sandım-dı
Ta ki resmin karşımda sabahlayıncaya dek.
Sevemezdim.
Hilal kaşların mı bayraktaydı ey yar?
Böyle tanıdık gelmezdi bu silah yoksa…

Birçok büyü öğrenmişliğim vardı,
Haramdı.
Sen hangi dinde helal kılınabilirdin?
Sevemezdim ve severdim.

Beni tanırsın dimi?
En çok sen tanısan da beni
Bu gönül kırgınlığımı
Bu dipsiz boşluğu görüp taşırmazdın.
Bilmezdin.

Faili bırak zanlı bile olmamalıydık
Bu tiyatroda.
Sevmemeliydim.
Evet, seni sevmemeliydim!
Sevemezdim de
Güneş benim için hep batıdan doğuyor gecelerde.
Her gündüz kıyamete uyuyorum ve uyandığımda
Uyandığımda düşüyorsun dallarımdan.
Ama yine de solmuyor bu uğursuz soyum.

Hep bilmezdim,
Bu kez biliyorum.

Şimdi diyecekler:
“Ey adam sandığımız maskara,
Ey bu tiyatrodaki en büyük zanlı!
Bu ne acemilik…”

Bir avuç çekirdek
Bir kaldırım
Bir sokak lambası
Bir ağaç
Bir ben(!)
Hayır, hayır yine olmasın!
Lütfen.

Sıradan kelimelere,
Garip imgelemeler yapmak mı?
Evet, hayır!
Hangi dizede var oldumdu?
“Nereden çıktım da düşüşü olsun”
Bu basamaklar yukarıya değil,
Geriye
Geriye
En sona adım adım.

Ve yine ayrılarak çizginizden
Bağıracağım süslü caddelerinizde:
“Bu çağdaki en alçak dürüstlüğümü size yedirmeyeceğim!”
Çünkü:
Sevemezdim, sevmemeliydim
Ama hep sev…

27 Ağustos 2018 Pazartesi

Görünmez


Garipliklerin çoğunluğu aldığı bir semtte
Sıradanlıklar garip gelmeye başladı kedilere.
Öylesine alışılmış…
Vahşi yaşamama serüveni isimli kitaplar basılmış.
Üstelik çok satanların en başını çekmişti
Okumaya gerek olmamasına rağmen.

Kedi hükümetinden kanunnameler:
Bir, artık insanların vermediği yiyecekler yenilmeyecek.
İki, çöpler karıştırılmayacak.
Gerekirse evlerin önüne kamp kurulup yine de taze besin istenecek.
Üç, fotoğraf ve video çekilmekten kaçmak yasak,
Ayrıca her zaman bakımlı olunacak.

Bir distopyada bile bu kadar ağır hüküm görmemişti,
Özgürlüğüne dokunulduğunda asileşen miskinler.

Bir başkaldırı için fazla bencil,
Saldırmak için fazla uysaldılar.
Tabiatları onları engelliyordu.
İşte böyle bir ortamda çıkan yeni bir terimdi:
Görünmez.

30 Haziran 2018 Cumartesi

Ne Oldu?


Seçim dolayısıyla bir süredir zamanım kalmadı. Bu yüzden yazı da yazamadım. Biliyorum, bir avuç insanız ancak birbirimizi anlayabiliyoruz burada. Birbirimizi anlayabildiğimizi, aynı şeyleri hissettiğimizi ve düşündüğümüzü bildiğim için bu boş geçirdiğim zaman adına sizden özür diliyorum.

Peki, bu arada ne oldu? 
Seçim yarışı gayet güzel geçti. İlk başlarda eski seçim dönemlerinde olan şeyleri görmediğimizden eksik hissettim bu dönemi. Ama sonradan karşılıklı atışmalar olmaya başlayınca biraz rekabetin güzelliği çıktı. Öyle çok hakaret duymadığımız bir seçim olduğu için de mutluyum. Ben bu geçen dönemden mutluyum. Halkımız tercihini yaptı. Belki benim desteklediğim kişi veya parti kazanmadı ama yine de ben bu geçen zamandan ve sonrasından umutluyum. Adı üzerinde zaten “seçim”, bu yüzden sanki bir savaşı kazanmış veya kaybetmiş gibi tavır içine girmeye gerek yok.

Bu yazıda size iki şeyden bahsedeceğim.
Birincisi: Hatırlar mısınız bilmiyorum ama bundan bir seneden daha önce yazdığım “15 Temmuz Sonrası Birlik ve Beraberlik” yazım vardı. Bu yazımda size birlik ve beraberliğin referandum yüzünden bozulmasından bahsetmiştim. Halk sonunda ortak bir paydada birleşebilmişken “evet ve hayır” olarak önüne gelecek seçenekler yüzünden ayrışmaya başladığından bahsettim. Seçim döneminde referandumda olduğu gibi bir ayrışma olmadı. Ancak bir hafta geçti şuan ve yine bu ayrışma ateşlenmeye çalışıyor. Bence bu çok yanlıştır. Bu seçimin kazananı Türkiye Cumhuriyetinin yönetici olduğu için ortak bir payda oluşturarak bunu korumaya yönelik hareket etmelidir. Bunu yapmadığında hem makamının hem devletimizin itibarı zedelenmiş olacaktır. Ben artık insanların birbirleriyle tartışırken “vatan haini, fetöcü, çomar, dinsiz” gibi laflar kullanmasını istemiyorum. Biz hep birlikte bu vatan topraklarında bu devletin vatandaşı olarak ve “Türk milleti” sıfatıyla yaşıyoruz. Doğru olduğunu düşündüğümüz bir taraftayız diye karşı tarafa hakaret etme cesaretini bulamamalıyız. Bu çok saçmadır. Hakikati biliyor muyuz ki “zan” üzerinden iftira atıyoruz ve ayrışıyoruz? Sen birisini desteklemişsin ben başkasını desteklemişimdir. İki aday varsa bunlardan birisini seçmiş olmam beni neden senden ayırsın? Bir aday şu veya bu görüşten olsa bile seçildiğinde hepimizi yönetme yetkisine sahip oluyor. Sadece onu destekleyenler üzerinde karar verme yetkisi diye bir şey yok. Bu yüzden birisini desteklediğim için benim eskiden savunduğum şeylere ters davrandığımı söylemeniz çok saçmadır. Ben Türkiye Cumhuriyetini bu adayın yönetmesinin daha mantıklı olacağına karar vermişim. Önceden savunduğum şeylerle bunun ne alakası var? Ben bir ortak payda bulmuşumdur da sen bulamamışsındır belki de bir de böyle düşünemez misin? Birbirimizi ötekileştirmeye çalışmamızın hiç kimseye faydası olmayacaktır. Bunu anlayın artık. Zaten bir şeyleri anlayamadığımız için ayrıştığımızı da fark edin.

İkinci fark ettiğim şey ise: Yukarıda anlattığım ayrışmayı sonuna kadar yapıp sonra karşı taraf kazanınca “artık her şey bitti, çekip gideceğim ülkeden, bunlar cahil, bunlar şöyle böyle, bunlara her şey müstahaktır, ülke batsın umurumda değil” gibi söylemlerde bulunanların ne kadar acınacak bir halde olduğudur. İlk olarak insan karşı tarafın alçalmasından zevk alıyorsa o insan değildir. Yönetme hakkı senin eline geçtiğinde bizim hiçbir şey kazanamayacağımızın bile farkında değilsin. Bakın desteklediğin kişi değil direkt olarak seni seçmiş olsak bile bir bok olmaz senden. Zaten bu yüzden kazanamıyorsun. İkinci olarak, bunları söyledikten sonra bu ülkeyi, insanları ve vatanımızı sevdiğini falan söyleme. Eğer zaten bu saydıklarımı seviyor olsaydın ayrışmaya neden olacak bir söylemde bulunmazdın. Ayrıca şunu da söyleyeyim: “Korkak ve inançsızsın.” Bir seçim kaybettiğin için her şey bittiğine inanıyorsan savunduğun görüşüne inancının olmadığını göstermiş oluyorsun. Atsız’ın dediği gibi “İstek ve inanç her güçlüğü devirir.” Ama senin ne isteğin ne inancın var. Sadece konuşuyorsun. Korkaksın, çünkü mücadele etmeye devam edecek cesaretten yoksunsun. Allah’a şükür ki atalarımız senin gibi değillerdi. Yoksa biz binlerce yıl önce tarihin sayfalarında adımız dahi geçmeden silinip gitmiş bir millet olurduk.

Arkadaşlar, ağabeylerim ve ablalarım şunu fark edin artık lütfen: Ortak bir paydada birleşmeden ötekileştirmeyi bırakmadan ve birbirimizi anlamadan hiçbir başarı ve mutluluk bize uğramayacak. Hepimiz mutlu ve huzurlu yaşamak istiyoruz. Ancak bunların önündeki engeller biziz.

“Aramızdaki sistemde köklü değişiklikler var sevgilim!
Bütün olasılıkları resetle can sıkıntısından
El bebek gül bebek büyüttüğün evrene format at
İcabında hafızasını yitirsin yüreğim
Sil baştan yaşanacak mı bakalım onca savaş
No war ulan, no war!”

5 Haziran 2018 Salı

Sus Çünkü Süs!


Derdime şiirler yazıyorum.
Düşündüğüm gün,
Düştüğüm günün ertesindeydi
Ve sen güldün.
Sus!
Sürekli mırıldanmalarına razı oldumdu.
Sessizliğin “süs” olmadığını öğrenmeliydin,
Çünkü süslerini gizlemekle emrolunmuştuk.

Eski aşklar vardı hayatımızda
Bir sonbaharı hatırlatırcasına iniltiler!
Onlar kainata alışamayıp şeyhine feryat ederdi ki
Ben kainatı sen sanıp süs oldum.

Anamın dili olmadı hiç,
Hiç mantıklı gelmedi bu yüzden diller.
Sadece süs bildirildiği bu yüzdendi sessizliğin.
Çünkü hiçbir lisanda süse aykırılanamadım.

Gözlerin vardı, gözlerimizdi.
Görmesek de bıdır bıdır ederdi bilirdim.
Bu yüzden hep “Sus!” diye haykırasım gelirdi.
Neden mi?
Sesinin süsü sessizlikti, gözlerin ise bir kitap.
Bu yüzden:
Sus Çünkü Süs!

1 Haziran 2018 Cuma

Sinir Olduğum Şeyler - 1


Sinir olduğum şeyler diye bir seri yazmayı planladığımı söylemiştim. Bu yazıyla başlıyorum. Tamamen kişisel yakınmalarım olacak. Öyle pek okusanız da bir şey kazanmayacaksınız. Muhtemelen öldüğümde “Bu çocuk ne yapıyordu ya” diye soranların rastgele denk gelip okuduğu yazılarımdan olacak.

Sevgi, aşk ve sevgililik gibi ilişkilerde çok sinir olduğum iki şey var. İnsanlarla arkadaş olmada hatta arkadaştan da öte bir yakınlığa sahip olmakta hiç zorluk çekmiyorum. Ancak sevgili olmak (ilerde de evlenmek olacak muhtemelen) konusunda hem başarısızım hem de çok sinir ediyorlar.
Birinci olarak, insanın dış görünüşüne bakıp da kendisinden uzaklaştıran insanlara bütün nefretimi kusasım geliyor. Ancak elden bir şey gelmiyor. Ne kadar konuşsan da anlamayacağını fark ettiğimden susuyorum onlara karşı. Ben ne yapabilirim fiziksel görünüş olarak bu şekildeysem? Beğenmezsin onu anlarım. Hiç laf etmem. Ancak “boyun kısa, yakışıklı değilsin veya bu göbek ne be dayı mısın” gibi cümlelere maruz kalmak sinirimi bozuyor. Beğenmiyorsan beğenmemekte özgürsün. Ancak elimde olmayan şeyleri kendine bahane edip de benim moralimi niye bozuyorsun?
İkinci olarak, “sevdiğim olmasaydı kesin seninle birlikte olurdum” cümlesi beni çıldırmanın eşiğine getiriyor. Ne yani sevdiğini sevmemeni mi bekleyeyim? Böyle yan cebe atma girişimine nasıl cesaret ediyorsunuz? Dışarıdan bakınca siz olmayınca ölecekmişim gibi bir izlenim mi veriyorum bilmiyorum. Birisiyle birlikte olup olmamak umurumda değil yeter ki hapşıracakken kaçan hapşırık gibi insanın duygularını, düşüncelerini gereksiz egonuzla meşgul etmeyin.
“Seni arkadaş olarak görüyorum” gibi saçma bir laf var ona hiç girmiyorum. Eğer karşındaki kişi sana karşı arkadaşlıktan öte bir şey hissetmeye başlamışsa ve bunu fark edip susuyorsan sen o kişiyi arkadaş olarak görmüyorsun demektir. Arkadaş olan birisi karşısındaki kişi kendisine arkadaşlıktan öte bir şey düşündüğünü fark ettiğinde karşısındaki kişi kendisine bunu söylemeden önce araya gereken mesafeyi koyar. Aksi takdirde siz arkadaş-arkadaş ilişkisi değil arkadaş-yalaka ilişkisi istiyorsunuzdur.
Bunları sadece ben yaşadığım için büyütmüyorum. Kız veya erkek herkes aynı şekilde davranıyor karşısındakine. Bu kadar iğrençleşmeyin. Hayatımda yukarıda saydığım saygısızlıkları yapmadım. Birisini kullanmaya hiç çalışmadım. Ancak insanlara siz olmadan ölecekmiş gibi davrandığınızı gördükçe midem bulanıyor. Bu yüzden de çok hafif bir şekilde bu terbiyesizliğinizi yazma gereksinimi duydum. Çok ağır laf edilir aslında ama o da benim terbiyeme kalsın. Saygılı ve açık sözlü olarak düşüncelerinizi söyleyin. İnsanları kullanmaya çalışmayın. Yaşattığını yaşamadan ölebilirsin ancak bunun hesabı ölünce bile sorulur.

18 Mayıs 2018 Cuma

Problemlerimiz: Tasavvuf ve Türk-İslam Sentezi


Bu yazı uzun bir yazı olacak şimdiden uyarayım. “Bülent çok uzun yazıyorsun” diye sitem etmeyin diye başından söylüyorum. Okuyup okumamak size kalmıştır.

- Konumuz tasavvuf ve Türk-İslam sentezidir.
Öncelikle tasavvuf konusundan başlayalım. Öncelikle bunca yıldır hiç kimse akıl edemedi de sen mi ettin gibi bir argüman ile beni eleştirmeye kalkmayın. Söyleyeceklerimin bildiğim kadarıyla çoğunu birçok kişi hatta öğrendiğinizde şaşıracağınız kişiler savunmuştur. Ancak gelenekselleşmiş anlayışa karşı gelmeye veya onu değiştirecek kadar cesur olmayan insanlar bu kişileri görmezden gelmişlerdir.
Ben ibadet ederken kendime şunu sorarım: “Acaba peygamberim de benim gibi mi ibadet ediyordu?” Bunu şeklen onun ibadet tarzına benzer bir ibadet ettiğimi sorgulamak için sormam. Acaba ibadetimi yaparken içinde bulunduğum ruh haliyle peygamberimin ruh hali ne kadar birbirine uyuyor diye sorarım. Eğer aynı amaca yönelik benzer anlayışla ibadetimi yaptığımı düşünüyorsam bu anlayışımı korumaya ve geliştirmeye çalışırım. Bu soruyu etrafımdaki insanların ibadetleri için de soruyorum. Çünkü eğer yanlış bir şey yapıyorlarsa onları uyarmak elbette benim görevimdir. Örneğin ben peygamberimi “Allah Allah” diye sallana sallana zikir yaptığını hayal edemiyorum. Böyle bir zikrin içinde bulunmadıysanız vidyolarına bakabilirsiniz. Ben yaşadıklarımın neredeyse hepsini eleştirdiğim için bunu da elbette eleştireceğim. Zikir anlayışını çok yanlış anlamışız. Bunun nedeni İslam değil tasavvuf dediğimiz anlayıştır. Ne kadar gönül, aşk, sevgi vb. şeyleri slogan haline getirseler de tasavvuf ve tarikattekilerin ibadetleriyle İslamın ibadet anlayışıyla örtüşen bir yanı yoktur. Kur’an-ı Kerim’de olumsuz olarak kullanılan ne kadar kavram varsa bunların anlamlarını değiştirmişler ve insanlarımıza yedirmişlerdir. Örneğin, çoğu ayette geçen “batın ilim” kavramını öyle bir değiştirmişlerdir ki ayette kastedilen anlamından kopmuştur. Ayette batın ve zahir ilimler olarak belirtilen ilimlerden kast edilen zahir “herkes tarafından görülen ve bilinen” anlamındadır. Batın ise herkes tarafından bilinmeyen ve görülmeyen ilimlerdir. Bu öyle ruhani bir ilim değildir. Bahsedilen ilimler, sadece o olanda bilgisi olanlarca bilinebilecek ilimlerdir. Yani eğer fen bilimleri alanında bilginiz yoksa atomların neler olduğu ne işe yaradığı vb. bilgiler batın ilim olur. Çünkü bu o alanda bilginiz olmadığı ve bunu açıkça göremeyeceğiniz ilimlerdendir. Zahir ilim de güneşin doğduğunda sabah olduğunu anlamanız gibi bir şeydir. Herkes tarafından basit şekilde anlaşılabilecek bir şeydir. Bu ayette bahsedilen batın ilim kavramını öyle değiştirmişlerdir ki sanki kamil insan olmayanların anlayamayacağı ilimler varmış da onları sadece veli kişiler bilebilirmiş gibi bir anlayış geliştirmişlerdir. Mesela diğer bir kavram da veli-evliya olmuştur. Veli-evliya sözcükleri çoğu zaman Kuran’da olumlu bir anlamda kullanılmaz. (Şura/9,Şura/46,Casiye/10 gibi) Evliya sözcüğü de veli kelimesinin çoğul olanıdır. Aynı anlama gelir.
Peygamberimizin rivayetlerde anlatılanlar gibi mucizelerinin olmayacağı defalarca kez Kitabımızda vurgulanmışken hala mucize uydurmaya devam eden anlayış da tasavvuftur. Peygamberin rivayetlerde anlatılan şekilde bir mucizesinin olmayacağı defalarca kez vurgulanmasına rağmen tasavvuf ehli olduklarını iddia eden kişiler şeyh, evliya, kutub, gavs ve birçok ad taktıkları kişilerin uçtuğunu, ışınlandığını ve yaptığı sapkınlıkları keramet ve ulvi bir şeymiş gibi sunmaları düpedüz Allah’ın sözüne karşı gelmektir. Peygamberimiz yapamayacağı bir şeyi mutasavvuf birisine isnat etmek o kişiyi peygamberimizden üstün görmek ve Allah’ın ayetlerine karşı çıkmaktır.

Biraz da Türk-İslam sentezi denilen yanlış anlayışa değinip iki konuyu beraber devam ettireceğim. Türk-İslam sentezinin kurucusu olarak bilinen kişi Ahmet Yesevi'dir. Yaptığı sentezi eğer İslamı yeterince bilmiyorsanız gayet hoş ve iyi niyetli görebilirsiniz ki belki gerçekten de amacı cihat yapmaktı. Ancak yaptığı sentez çok yanlışı olan bir sentez girişimiydi ve ne yazık ki bu anlayış hala çoğu kişi tarafından doğru bulunuyor. Örneğin Türk kültüründe müzik anlayışı çok gelişmiştir. Bu yüzden de İslam dininin kavramlarını müzik ve şiir ile birlikte öğretmeye çalışmıştır. Çünkü müzik ve şiir yani şarkı akılda hızlı kalır. Bu yöntem gayet başlangıç için uygundur. Ancak bu yöntemi devamlı olarak kullanmak İslamın temel taşlarına zarar vermiştir. Şimdiki dönemlerde eleştirip durduğumuz ezberci sistemin bir benzeri bu sentezle uygulanmıştır. İslam ise ezberi değil akılcılığı benimsemiştir. İçselleştirilmemiş ve mantıklı bir şekilde benimsenmemiş iman ve ibadet doğru bir iman ve ibadet sayılmaz. Akıl sözcüğü her zaman fiil olarak kullanılan bir kitabın müminlerinin bu yöntemle akıl devre dışı bırakılarak Müslüman olması “ne kadar Müslümansın” sorusuna “hiç” cevabı vermesidir. Yine baştaki sorumun bir benzerini soruyorum. Acaba yaptığım cihat ne kadar peygamberimin yaptığına benziyor? Örneğin ilk Müslüman olanların nasıl Müslüman olduğunu anlatan rivayetlere baktığımızda “eğer sen söylüyorsan doğrudur” diyerek iman ettiği anlatılır. Ancak bu rivayetlerin yanlış olduğunu kitabımızla karşılaştırdığımızda gayet net anlıyoruz. Çünkü koşulsuz kabul anlayışı Müslüman olduktan sonra yani tüm ayetleri okuyup, benimseyip kabul ettikten sonra başlar. Koşulsuz kabul dediğim ise sorgulanamaz anlamına gelmemektedir. Çünkü ayette de belirtildiği üzere ayetlerde bir hata olup olmadığı üzerinden bir meydan okuma mevcuttur. Yani hata olup olmadığını sorgulamak normaldir. Bu kişi peygamberimiz olsa dahi onun sözüne güvenerek Müslüman olmak, ayette belirtilen “Ataların dinine mi inanıyorsunuz?” sorusunun bir değişiğinin muhatabı olarak karşımıza çıkmaktır. Bu anlattıklarımdan sonra insanların şiirle bilinçaltına hem eski Gök Tanrı dini ögelerini hem İslam dinini işlemeye çalışmak ve bunları kabul ettirdikten sonra insanları Müslüman yaptığını ve cihat yaptığını sanmak herhalde tarihteki en büyük yanılgılardan birisidir. Ayrıca İslam tek başına İslam’dır. Hiçbir milletin eski inanışlarındaki ritüellerini, mitlerini, ibadet şekillerini ve birçok şeylerini kabul etmez. İslam tek başına İslam’dır. Kitabı Kuran-ı Kerim’de belirtildiği kadardır ve peygamberine isnat edilen hadisleri bile kabul etmez. İslam Arap kültürü aşılamaz. Arap geleneklerine İslam diye sarılıp İslamın Arap kültürü olduğunu söylemek akıl tutulmasının zirvesine çıkmaktır. Sürekli olarak Müslüman olan Türklerin en çok Türk kimliğini koruyanların Aleviler ve Bektaşiler olduğu, diğer mezheptekilerin Araplaşmış olduğu söylenir. Mezheptekiler ne kadar Müslüman’dır diye hiç sormaz mısınız? Peygamberimizin bir mezhebi mi vardı? Onun Allah’ın yolundan ve Kuran-ı Kerim’in rehberliğinden başka bir şeyi benimsediğini düşünmüyorum. Benim karşı çıktığım Türk kimliğimizi korumamız değildir. Müslüman olduğumuzu söylüyoruz ama ne kadar Müslümanız? Bu sorunun cevabını bulmaya çalışıyorum. Bu sorunun cevabı ise Müslümanlığı kabul eden atalarımıza bakmakta yatmaktadır. Bildiğiniz üzere “Türklük bilincini ve İslam ahlakını” rehber edinerek yoluma devam ediyorum. Ne Türk olmaya ne İslama karşı çıkıyorum. Ancak Müslümanım diyorsa Müslüman olmuştur herhalde gibi bir yaklaşımla din anlayışımızın içinin boşaltılmasına ve İslamı yanlış anlayıp, yaşayıp ve bildiğimiz kadarıyla anlatmaya çalışmak hem İslama hem Türklüğümüze yaptığımız en büyük ihanettir. Örneğin, eski Türk inanışında “yol iyesi” vardır. Türkler Müslüman olduktan sonra yol iyesi “Hızır” olmuştur. Hatta bir kıssada Hz. Musa'nın yanında dolaşan kişinin o olduğu falan da söylenir. Hızır dediğimiz “kurtarıcı” hem Hz. Musa ile yolculuk eder hem günümüzde insanların yardımına koşar. Çünkü hem ölümsüzdür hem de ışınlanabilir. Böyle bir şeyi benim peygamberim yapamamışken eski kültürümüzden getirdiğimiz yol iyesini peygamberden üstün tutarak dini bir şeymiş gibi anlatmak, inandığımız her şeye ihanet etmektir. Türbeler, kabirler ve kabir azabı gibi şeyler de eski Türk inancından gelen inanışlardır. Aslında İslam’da türbe yapıp ondan medet ummak şirk olarak adlandırılır. Kabir kültürü Türklerde çok gelişmiş bir gelenektir. Muhtemelen Türkler Müslüman olduktan sonra kabir kültürü cennet ve cehennem inanışıyla birleştirilmiştir. İnsanların kabirde sorgulanacağı ve bunun sonucunda cennet veya cehenneme benzeyen bir kabir hayatı yaşayacağına inanılmaya başlamıştır. Aslında tek bir sorgu vardır o da kıyamet koptuktan sonra yapılacaktır. Kabir azabı gibi çokça inanılan bir inanışla ilgili tek bir ayet olmaması da bunun İslam ile alakasının olmadığını gösterir. Çünkü Kuran-ı Kerim’de bilinmesi gereken her şey anlatılmıştır, detaylandırılmış ve açıklanmıştır. Eksiksiz ve tastamam olduğuna inandığınız bir kitabın çokça inandığınız bir konuda tek bir söz bulundurmaması o inanışınızın yanlış olduğunu gösterir. Bunu sahiplenmek ne Türklüğünüze ne de İslama fayda sağlamaz ve tam aksine zarar verir. İslam akıl ve mantık dinidir. Eğer bir şey akılcı ve mantıklı değilse muhtemelen bu İslam’la alakalı bir şey değildir.

Söylemek istediğim kendinize şu soruyu sorun: “Ne kadar peygamberime benziyorum? Ne kadar dinime inanıyorum ve dinimi biliyorum?” Sakal uzatmak, misvak kullanmak, hacamat yaptırmak, mucize üretmek, namazda parmağını kaldırmak, kesinlikle okuman gereken sureler olduğuna inanmak ve anlamadığın şeyleri tekrarlayıp durmak “Allah'ın Peygamberi Hz. Muhammed'e” uymak değildir. Ona uymak onun anlayışıyla hareket etmek, ahlakını örnek almak, onun gibi cihat yapmak ve onun gibi yaşamaya çalışmaktır. Onu şekil olarak almak ona değil müşriklere benzemektir. Çünkü şekil olarak bağlandığınız her şey Arap coğrafyasının kültürüdür.
Müslümanım diyerek geçme! Ne kadar Müslüman’sın ne kadar peygamberimize benziyorsun her gün bunu kendine sor! Sor ki artık Müslüman topraklarına barış gelsin. Sor ki artık kan dökülmesin. Sor ki Allah bizimle olsun. Sormazsan, korkarım ki kaybedeceğiz ve bu kez Türk olmamız da bizi kurtaramayacak.


Eğer bana söyleyecek bir şeyiniz varsa yorum yapın, iletişim bölümünden mail atın, sosyal medyadan veya beni bulup ulaşın. Düşüncelerinizi elbette dinlemek ve tartışmak isterim.

4 Mayıs 2018 Cuma

Yine Rastgele Bir Şeyler


Rastgele başlıyorum bu sefer bakalım nereye gideceğiz. Yazılarımı sonradan geriye dönüp düzeltmeyi sevmiyorum. Nasıl düşünüyorsam öyle yazmayı seviyorum. Çünkü gerçek hayatta ağzından çıkan bir şeyi geriye dönüp silemezsin ve düzeltemezsin. Ben her yazdığımı yazmadan önce ve yazarken yaşıyorum bunu neden geri almak isteyeyim? Geriye almak istediğim şeyler var ancak hayat, bir akış içerisinde. Bu yüzden akışı durdurmaya çalışmak veya bunu kabullenmemek gereksiz bir çabadan öteye gitmeyecek. Gereksiz hayalperestlikten de bildiğiniz üzere bana iğreti geldi ve geliyor.

Başarılı olmak veya olmamak, bunların pek bir önemi yok benim için. Önemli olan mücadele edebilmek, her alanda hatta en ufak bir şey için bile mücadele edebilmek. Başarılı olmamak diye bir şeyi kabul etmiyorum. Çünkü her başarısızlık, başarı için bir adımdır. Yürümeyi tek denemede öğrenmedik, okumayı da öyle. Bu yüzden başarısız olduk diye mücadelemizden dönmek, en basit ifadeyle korkaklıktır benim gözümde.

Yanlış zamanın doğru insanları veya doğru zamanın yanlış insanlarındanım. Şundan eminim ki öve öve bitiremediğimiz atalarımızdan birisi gelseydi bu güne, yüzde doksan dokuz ihtimal ile şimdiye herhangi bir terör örgütüne üye olmaktan veya abidik gubidik bir nedenden içeriye girmişti. Ben ise dışarıda olmaktan ne anlayacağımı bile bilmiyorum. Çözümlemelerim yetersiz kalıyor bu konuda. Benim tarzım mı yanlış yoksa yanlış zamanda yanlış insanlarla mı uğraşıyorum? Neden bir şeyi başaramıyorum?

Ey insanlar! diye bağırarak şunu söyleyeceğim size: “Put sadece heykel tarzı şeylere denmez. Bunu öğrenin artık be kardeşim.” İnandığınız, gördüğünüz veya görmediğiniz, insan, bitki, hayvan, herhangi bir eşya ve nesne de put olur. Size put dedikleri şey heykel aslında diye kim öğrettiyse bu bilgi nereden geldiyse sizi fena şekilde keriz yerine koymuş. Bırakın artık putlarınızı. Ayrıca dogma dediğimiz şey ise sadece Hristiyanlar için geçerli dini terimler için kullanılmaz. Bilmem kim hazretlerinizin veya herhangi birisinin fikirlerini de körü körüne kabul edip bunu savunmak ve bunu eleştirtmemek bunları dogma, seni de kafir yapar haberin olsun. Bu arada kafir örten, gizleyen ve karartan demektir, GÜNAYDIN.

Geçenlerde birisi şöyle bir şey demişti bana: “Ya abi sen her şeyi reddediyorsun hiçbir şey istemiyorsun ama sürekli bir şeyleri kazanıyorsun/başarıyorsun” gibiydi söylediği şey yanlış hatırlamıyorsam. Şimdi olay şu şekilde oluyor. Kurtlar Vadisinde Memati’nin dediği tarzda bir şey ile karşı karşıyayım. “Polat Alemdar ne kadar parayı ittiyse para oluk gibi aktı, şanı şöhreti elinin tersiyle ittikçe şanı şöhreti arttı.” Benim de durum bu şekilde. İnanın ki ben bir şeyleri kazanmak için çabalayan birisi değilim. Ben ne söylüyorsam öyleyim. Ben sadece kendi düşündüğüm şekilde yaşıyorum ama bir şeyleri nedense elde ediyorum. Hala da hiçbir şey umurumda değil benim için. Ben sadece tecrübe kazanmak için bazı şeyleri deniyorum alacağımı alınca da kendi yolumu o kazandığım tecrübe ile düzenliyorum. Her gün de “Allah'ım beni senin yolundan ayırma, senden başkasına inanmıyorum ve güvenmiyorum.” diye dua ediyorum. Bu durumdan da şöyle bir şey çıkartıyorum kendime: Ben her gün böyle dua ederken hayatım bu şekilde ilerliyorsa demek ki yanlış bir yolda değilimdir.

Bu arada sağlık sistemi iyileşti falan diye konuşup duruyorlar, beni çıldırtmayın. Ben 18 yıl önce şimdikinden daha iyi tedavi oluyordum. Randevu bulamıyorsun, randevu bulsan haftalar sonrasına belki alabiliyorsun, doktor düzgünce iş yapmıyor veya yapamıyor, hastanelerin ekipman eksikleri sayamayacağım kadar fazla, üstüne üstlük görmediğim hizmetin parasını veriyorum. Sonra bana gelip diyorsun ki eski sağlık sistemi çok kötüydü. Hadi oradan diyorum, hadi oradan! Bir dişimi aylardır çektiremedim arkadaş, pense getirin sökücem artık.

Hadi görüşürüz, inşallah.



16 Nisan 2018 Pazartesi

Neriman ve Biz


Alçağım ben! Alçağım ben! Alçağım ben!...

Hayatında bir kez bile sevgiyi yüz üstü bırakmış, içinde barındırdığı saflık ve samimiyeti görememiş tüm insanlar acı çekmekte haklılardır. Dünyanın gösterişi ve şekilciliği içinde buhranlar dahi yaşamadan yaşamak ne büyük aldanış! Buhranların içinde yok olmak ne acı!

Neriman, sen o kadar arada kalmışsın ki halini gördükçe insanlarımı görüyorum. Neriman, sen o derece aldanmışsın ki bu hayatın içinde barındırdığı özgünlüğü göremeyecek duruma gelmişsin. Bir hikaye duymamış olsaydın, bir yaşanmış olmasaydı yok olup gidecektin sen de herkes gibi o içi boş gösterişlerin içerisinde. Aynı, aynı biz gibisin Neriman!

Sen Doğu ve Batı kültürü altında ezilmiştin. Sen o buhranlarını atlatamayacak, bunu kendin bile fark edemeyecek kadardın. Şimdilerde ise biz Avrupa ve Türk kültürü arasında seçim yapma zorunluluğundaymış gibi hissediyoruz, nedense. Kendi kültürümüzü o derece düşük görüyoruz ki onu çok uzak hissediyoruz kendimize ve belki de çok uzak bize. Bunu dillendiremiyoruz belki bu günlerde ancak hissedebiliyorum. İçimden öyle çok mücadele etmek geliyor ki bu ikilikle ancak toplumumun korkaklığı belimdeki insan olmayı hissettiren soğukluk gibi kendini sürekli hatırlatıyor. Sürekli anlatıyorum, bakın diyorum bakın! Hakikate bu kadar yakınız, çok yakınız! Neden korkuyorsunuz? Neden görmüyorsunuz diye bağırıyorum her anda.

Moda dediğimiz şey ne? Ne uğruna bizim hayatımıza müdahale ediyor? Moda, kendine yakışanı giymek diyoruz. Kendi içimize sindiği gibi yaşamak modadır diye sloganlaştırıyoruz. Ancak sadece söz de böyle kalıyor. Sadece popüler kültürü takip ediyoruz. Popülerler moda oluyor, moda kapitalizm oluyor. Sömürmeye başlıyor, popülerce!

Ve fark bile edemiyoruz. Her şeyi görüyoruz, her şeyi biliyoruz. Ancak parçaları birleştiremiyoruz. Dünü bu günden ayırıyoruz. Bütün tarihi parçalıyoruz ve kendimiz de her parçada yok olmaya başlıyoruz. Kendi parçalarımızı ellerimizle, sözlerimizle ve düşüncelerimizle siliyoruz. Yok oluyoruz. Sonra yine buhranlar geliyor. Buhranlar, buhranlar ve intihar ediyoruz. Ne toplum olabiliyoruz ne de birey olabiliyoruz. Arada kalmışlıklar ve sınıflandırma yanılgıları bizi yok ediyor. Her şeyi sınıflandırıyoruz ve bir sınıftan diğer sınıfa geçişleri yazılı olmayan kurallarımızla, içten içe gizliyoruz. Ve arada kalarak sıkışıyoruz, Neriman oluyoruz. Anlatamıyoruz ve anlaşılamıyoruz…
Bir gün eğer cesur olabilirsek, fark edebilirsek ve geç kalmışlığımızı fark edersek çıkıp hep beraber bağıracağız, aynı sevgilisini gösteriş ve para uğruna terk eden Rus kadın gibi: Alçağız biz! Alçağız biz! Alçağız biz!



Not: Neriman ve Rus kadın, Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanındaki karakterlerdendir.

6 Nisan 2018 Cuma

Hangisi Sonuncu Olacak?


Hangi yazımın sonuncu olacağını bilmeden yaşamam çok acı bence. Son nefesimin hangisi olduğunu merak etmiyorum da son yazdığım yazı hangisi olacak onu merak ediyorum. Acaba anlatmayı düşünüp de anlatmadığım bir şeyler kalacak mı? Yoksa zaten bitmiş tükenmiş bir haldeyken mi sonum gelecek?
Her şeyin sonlardan ve başlangıçlardan ibaret olması beni mutlu ediyor. Neden bilmiyorum ama tam bitti diyoruz, sonra bir bakıyoruz yeni bir şeyler peşinde koşmaya başlamışız. Yeni maceralara sürüklenip gidiyoruz. Tabi bu maceralar bir önceki maceramızdan izler de taşıyor. Cennetten kovulduğumuzda sandık ki her şey bitti. Sonra su olduk, toprak olduk, dokuz ay anamızın rahminde kaldık, hayata geldik, hayatta bin bir türlü şey yaşadık ve öleceğiz. Sonra yeniden bir başlangıç… Hep bir şeyler bitiyor, yenisi başlıyor. Var olmanın mükemmelliğini iliklerimize kadar yaşıyoruz veya ben yaşıyorum en azından. Derler ya bizim büyükler, kalp gözün açıldı mı görmeden duramazsın diye görmenin huzurunu yaşıyor gibiyim adeta. Tamam, bir şeyleri değiştiremeyeceğini bilmek belki insanın hayat enerjisini alıp götürüyor ancak en azından değişmeyecek şeylerin de farkında olduğunu görmek bence güzel erdem. Sokrates’e Tanrı demiş, sen en bilge insansın diye Sokrates düşünmüş düşünmüş neden en bilge olan benim acaba diyerek. Şu meşhur sonuca varmış: “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir. En azından bilmediğimin farkındayım, bu yüzden en bilge olabilirim.” Önceden anlatmıştım, farkındalık belki bir şey değiştirmez etrafınızda ama en azından farklı olursunuz, farkında olursunuz. Sokrates’e bilgeliği getiren farkındalık bana da içinde ümit olmayan bir huzur verdi.

Tasavvufu falan sevmem, felsefesinin çoğunu saçmalık bulurum da benim de bir gönül gözüm falan mı açıldı anlayamadım. Böyle bir nur indi yüreğime resmen. Geçmişteki Bülent görse şimdiki halimi hadi oradan ne hale gelmişim, çökmüşüm diye ağlar bence. Ama şşş geçmişteki Bülent sana diyorum, hayat insana en büyük dersleri veriyor ve bunun farkına varmak bile bir mucize aslında. Giriş yapmışken söyleyeyim niye felsefesinin çoğunu saçmalık bulduğumu. Şimdi bu güzelim ağabeylerimiz mistik mistik Allah’a/pek emin değilim başka bir şeye inanıyorlarsa ona ulaşmayı amaçlıyorlar böyle gönülden bağlanıyoruz falan diyorlar ya işte ben buna iyi kötü tamamım. Ama şimdi yok bizim kerametimiz var, Allah bize bildiriyor biz bundan böyle böyle yapıyoruz falan diye laflarına ayar oluyorum. Bak güzel ağabeyim, Allah sana bir şey bildiriyorsa sen otomatikman peygamber oluyorsun bunu fark et artık. Hem Kur’an’a inanacaksın, hem Peygamberimizin (s.a.v) son peygamber olduğuna inanacaksın, sonra da diyeceksin ki Allah bana bildirdi ben ondan böyle dedim, böyle yaptım. Bir de artık peygamber gelmeyeceğinin farkında olduğundan işte biz de “Allah dostuyuz, evliyayız, ermişiz, kamili mürşidiz” gibi kafandan kavram uyduracaksın benim eşimi dostumu kandırmaya çalışacaksın ben de buna susacağım öyle mi? Yok öyle yağma. Bak güzel ağabeyciklerim sizin kendiniz ve eserleriniz için kullandığınız bütün terimleri, argümanları ve çoğu şeyleri Allah bizzat kendi kelamında hep eleştirmiştir. Bir kere bile övmemiş sizin terimlerinizi hatta bunu ima dahi etmemiş. Ayrıca bi size mi Allah bunları bildiriyor? Ben gücenirim arkadaş böyle iş olursa açık söyleyeyim. Ben de iyi kötü çile çektim, öldüm de uyandım, ben de geçtim sizin basamakları. Üstüne üstlük ben bunları bilinçli olarak da yapmadım, kaderimde böyle varmış. Sizin çilecilik adına yaptığınız şeyleri bizzat hayat bana yaşattı. Nefis mertebelerinizi falan ben farkında olmadan çıkıp iniyormuşum sonradan fark ettim. Ama hiç siz benim “Allah bana bildirdi, benim söylediklerim hep ondan geliyor, ben onda yok olup kendimi buldum” falan dediğimi duydunuz mu? Neyse bunu daha çok uzun anlatırım size sonra.
“Bunlaa derin mevzulaaa yavruuum fazla düşünmeeeen gafayı yirsiniz” ehehehehe.

Tabi bunlar hep işin dalgası. Ben kendim uğraş arıyordum ondan oturup yazıyorum. Yoksa herkes kendi bacağından asılır bu hayatta. Birbirimize iyi kötü destek olmaya çalışıyoruz. Ancak bu bizim hakikati değiştiremeyeceğimiz gerçeğini değiştirmiyor. Ama hakikat değişmeyecek diye de çabalamadan hakikate pes etmek de biraz tembellik. Tembellik de ne bileyim biraz boş iş. Arada böyle tembellik ediyorum, sonra diyorum ki harbiden tembel olmak zor iş ben en iyisi çabalamaya devam edeyim. Zor iş çünkü beklerken canım sıkılıyor.

Şimdi aklıma geldi de ben ne kadar değişik ortamlar görerek büyümüşüm. Çok iyi oldu çok da güzel oldu bence. Ama bunu sonra anlatacağım. Tabi o zaman kadar son yazımı arkamda bırakıp yeni bir maceraya başlamamışsam. Son yazıma kadar görüşürüz inşallah. Allah hepinize sağlık versin, Tengrim de sizi kutsasın.

23 Mart 2018 Cuma

Neden sorguluyorum ve eleştiriyorum?


“ Eğer yer yüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan uyduruyorlar.” - Enam 116

Merhaba.
Sadece vakit geçirmek ve kafamı boşaltmak için yazıyorum. Bir şeyler anlatacağım tabi ancak tamamen kendimi ifade etmek ve beni tanımanıza olanak sağlamak için olacak. Yazımın başındaki ayeti size göstermemin nedeni ise benim hayattaki en temel felsefemin bu ayet olmasındandır. Bu ayeti okuduktan sonra belki inanmazsınız ancak kişiliğimde ve hayata bakışımda büyük değişim oldu. Bunun nedeni ise yer yüzündekilerin çoğunun zanna uyması yani Allah’ın belirlediği hakikatlerden uzak oluşlarını bana söylemesidir. Çoğunluğun yanılabileceğinin ve yanılıyor oluşlarının bildirilmesi çok önemli bir şok olmuştu. Çünkü hepimiz genelde şu şekilde düşünürüz: Bu kadar insan yanılıyor olamaz. En basitinden, Çiftlik Bank’a parasını yatıran insanlara sorduğunuzda neden paranızı yatırdınız diye, “Bu kadar insan salak olamaz” diye yatırdık derler ve diyorlar da zaten. Fetöye baktığımızda da herkes bu kadar kişi buradaysa bir bildikleri vardır diye onlara katılıyorlardı veya sempati besliyorlardı. Bu kişilere inanmayanlar genelde dışlanıyordu, kafir diye nitelendiriliyorlardı. Ancak kafir, münafık dedikleri o insanların haklı olduklarını bir darbe ile anlamaları hepimiz için kötü oldu. En azından ne olduklarını anlamış oldular. Ayette söylendiği gibi insanlar “zanna” uyuyor. Zan, “sanı”dır. Yani bir şeyin öyle olduğunu sanmaktır. “Zan ise; hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.” ayetinden hareketle insanların çoğunluğu hakikat bakımından bir şey ifade etmeyecek şeylere inanmaktadır. Şunu da belirtmek gerekir ki, hakikatin tarafında olsan bile hakikati benimsemeyip yine ona “zann” ile yakınlık göstermenin bir hükmü yoktur. Bu aynı “Atalarının dinine mi inanıyorsunuz?” ayetiyle aynı kapıya çıkar. Şimdilerde de biz zann ile atalarımızdan miras aldığımız dini benimsiyoruz. Yani hakikatin bu olduğuna sadece çoğunluğa göre karar vererek inanmış gibi yapıyoruz.

İşte bu ayetin gösterdiği yol ile ben etrafımdaki her şeye şüphe ile bakmaya başladım. Zaten başta da hakiki din İslam mıdır diye sorarak başlamıştım sorgulamalarıma ve eleştirmelerime. İnsanın hayatında sorgulamaya başlayacağı ilk şeylerden birileri: “Beni birisi yarattı mı, bir din gönderdi mi ve bu din doğru mu” olması gerekmektedir. Ben de bu düşüncemden dolayı buradan başladım. Ardından gerçekten de Allah’ın varlığına, hakiki dinin İslam olduğuna, kitabının Kuran olduğuna ve tabi peygamberinin Muhammed(s.a.v) olduğuna iman ettikten sonra bu ayeti kendime temel alarak sorgulamaya devam ettim. Eğer bu ayeti görmemiş olsaydım “Sen bu kadar insandan iyi mi biliyorsun ve bu kadar insan yanılıyor da sen mi doğrusunu görüyorsun” soruları karşısında ümitsizliğe düşerdim. Allah’a binlerce şükür ediyorum ki Kuran’ı göndermiş ve beni onun yolunda sevk etmiş. Her ümitsizliğe düştüğümde gönlüme güven veriyor ve rehber olsun diye Kuran’ı her derdime derman olacak şekilde eksiksiz ve detaylandırılmış şekilde gönderdiğini bana gösteriyor.

Hem ailem hem akrabalarım hem arkadaşlarım her şeye bu kadar şüpheci yaklaşmam konusunda endişeleniyorlar ki bunda kendilerince haklılar. Çünkü bu kadar şüphecilik insanı çok başka bir noktaya itebiliyor bunu çevremizdeki ve tarihteki düşünürlerden görüyoruz. Ancak benim temelime ve dayanağıma güvenim tam olduğu için bunları dert edinmiyorum. Bir müslümanın Kuran’a dayanarak, yani yanlışlıklarından arındıracak en güvenilir kaynağa dayanarak sorgulama yapmaması için ne gibi bir korkusu olması beklenir ki? Düşünmezsem, sorgulamazsam ve eleştirel yaklaşmazsam neden Allah bana aklı vermiş ve “Hiç düşünmez misiniz?” diye sormuş olsun? Ben bu yola Allah sayesinde sevk edildiğimi düşünüyorum. Bu güven ve huzurla ilerlemek ne kadar muhteşem bir şeydir keşke bilseydiniz diyorum, keşke. Bu kadar düşünme sapıtırsın oğlum diye gelmeleri o kadar komik geliyor ki. Allah ve Kuran ışığında çarpıklıkları görmeye çalışmak nasıl sapıtmak olsun? Bu yüzden sürekli olarak düşünün, eleştirin ve sorgulayın diyorum. Bu yüzden bu kadar zahmete katlanıyorum.

Biraz dini konulardan bahsetmişim gibi oldu yazı ancak hayattaki en temel dayanağımız din değil mi? Dini şeyler çerçevesinde hayatımızı şekillendirmemiz, bunlar üzerinde düşünmemiz ve konuşmamız gayet doğal değil midir? Size şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki dini konulardan bahsetmeye başladığınızda hele bu dini konu Kuran ve Allah ile ilgiliyse içi sıkılanlar olduğunda ve bunlardan bahsetmemenizi söyleyenler olduğunda kendilerine dönüp bir bakmalarını söyleyin. Çünkü Kuran ve Allah’tan söz açıldığında bunlardan bahsetmek istemeyen birisi imanında yeterince samimi değildir ve zanna uyuyorlardır. Yukarıdaki ayet ve bir önceki cümlem ile ilgili o kadar çok ayet var ki bunları buraya yazsam yazı sayfalarca uzar. Bu yüzden Allah’ın ilk emrini hepinize hatırlatıyorum: “Oku.” Kuran’ı oku ve anlayabildiğin dilde anlayana kadar oku. Müslümanım demenin şartlarından birisi Kuran’a iman etmiş olmaktır. Kuran’ı kendi dilinde okuyup anlamamış ve iman etmemiş birisi kendisini müslümanım diye nitelendirmesin. Çünkü buna iman ediyorum ki Allah Kuran’ı bir kez bile okumadan iman ettik diyenlerin imanını kabul etmeyecektir. "İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları halde, "Allah'a ve ahiret gününe inandık." derler."

Okuyun, sorgulayın, eleştirin. Çünkü aklınızın hakkını başka türlü veremezsiniz.

17 Mart 2018 Cumartesi

Problemlerimiz: Şefaat Anlayışı


Sayın okuyucularım kafayı yemek üzereyim. Öncelikle selamün aleyküm.
Normalde ilk önce Kur’an neden Türkçe okunmalıdır diye bir yazı yazmayı planlıyordum. Ancak gel gelelim şefaat konusunda yazı yazmamak için kendimi tutamadım.
Yemin ediyorum ben Müslümanım diyen insanların Allah’ın ayetlerini bu kadar görmezden gelip çevresindeki “alim” denilen kişilere bağlılık göstermelerine akıl mantık yetiremiyorum. İlmim yetmiyor azizim, bunaltıyorlar beni bile.
Öncelikle şu ayetleri okumanızı istiyorum.
“Bugün, sizi ilk defa yarattığımız zamanki gibi yapayalnız huzurumuza geldiniz, size verdiğimiz herşeyi arkanızda bıraktınız. Allah'ın size göre ortağı olduklarını iddia ederek yardımlarına, şefaatlarına güvendiğiniz ortakları yanınızda görmüyoruz. Aranızdaki bütün bağlar artık kesilmiş, güvendiklerinizin hepsi kaybolup gitmiştir.”

“Allah'ı bırakıyorlar da, kendilerine ne fayda, ne de zarar verebilecek olan şeylere tapıyorlar ve "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir." diyorlar. De ki, "Siz Allah'a göklerde ve yerde O'nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" Allah onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir.”

"Hiç ben O'ndan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer O Rahman, bana bir zarar dileyecek olsa, onların şefaati benden yana hiçbir şeye yaramaz ve onlar beni kurtaramazlar."

“Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: "Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (böyle yapacaksınız)?"

De ki: "Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz."”

Son olarak da şu hadisi: “Ey Resulullah’ın kızı Fatıma! Sen de kendini Allah’tan satın almaya çalış; zira senin için de bir şey yapamam.”
Paylaştığım hadis Buhari’de geçmektedir.

Şimdi bu ayetler ve hadis çerçevesinde bir mantıksal çıkarım yapalım. Allah Kuran’da defalarca kez şefaat yetkisinin kendisinde olduğunu söyler. Şefaatçi olarak birkaç kişiye hak verilmiştir. Ancak Allah’ın affetmediği birisi Allah’a rağmen kurtulacağına inanan varsa lütfen kendisine Müslümanım demeyi bıraksın. Allah’ın ayetini yok sayan biri Müslüman olamaz.(Bu da ayette söylenmiş kafamdan uydurmuyorum.)  Burada şefaat etmesi için izin verdiği kimselere şöyle izin verilmiştir. Mesela dünyada iyi bir dostluğunuz vardır ve o kişi cennete gidecektir. Allah da sizi zaten affedecektir ve bunu da madem ki siz dünyada birbirinize destek oldunuz/dost oldunuz şimdi de bu müjdeyi birbirinize verin diyerek böyle bir imkan vermiştir. Yoksa siz cehenneme gidecekken birisi gelip de Allah’ın elinden sizi kurtaramaz. Eğer zaten böyle bir şey mümkün olsaydı Allah, Allah olmaktan çıkmış olurdu. Neden? Çünkü kendi kararını uygulayamayan bir varlık Tanrı olamaz. Mantıken her şeyi yapabilecek bir varlık Tanrı olur. Eksiklik bulunan bir varlığa Tanrılık yakıştırması yapmak, kusura bakmayın ama akıl tutulması yaşamaktır.
Peygamberimiz, kızına seni ben kurtaramam dedikten sonra siz hala Peygamberimizden veya bir başkasından şefaat bekleyecekseniz daha çoook beklersiniz. Hz. Nuh oğlunu kurtaramıyor, Hz. Muhammed(s.a.s) kızını, babasını, annesini, dedesini, amcasını ve hiç kimseyi kurtaramıyor ama siz hala Peygamberimizden şefaat bekliyorsunuz. Şefaati Allah’tan başka birisinden beklerseniz bunu çok emin bir şekilde söylüyorum ki çok büyük bir yanılgı içersindesiniz demektir.

Allah’ın ayetlerine rağmen, yani sizin yaratanın sözlerine rağmen kalkıp da başka bir söze inanmanızın mantıklı bir yanı yoktur. Bu kadar mı Allah’sız Müslümanlık yaşıyorsunuz? Öyle bir Müslümanlığın içerisindesiniz ki keşke şu baktığım yerden kendilerinize baksanız. Keşke ne kadar büyük bataklığın içinde olduğunuzu fark etseniz, o zaman birbirimizi anlayabilir ve Allah’ın yoluna sıkı sıkı tutunabilirdik.
“Artık bundan sonra hangi hadise (söze) inanırlar?” ayetine rağmen Peygamberimizin sözlerini “hadis” adı altında toplayıp ayetlerden ayrı bir de hadis kuralları çıkartmak hangi zeki insanın fikriyse ona inanlar da o kadar zekiymiş. Ayetleri beğenmiyorsanız gidin arkadaş başka dine inanın neden bu dini yıpratmaya çalışıyorsunuz? Madem bu dini kendinize uygun bulmuyorsunuz kendi dini kurallarınızı yazın kendi kurumunuzu oluşturun.(yerse) Müslümanlıkla, Allah’la, Peygamberimizle, Kuran’la ne alıp veremediğiniz var? Allah Kuran apaçık bir kitaptır, sadece bu kitaptan sorumlu tutulacaksınız, bu kitapta bir eksiklik ve yanlışlık bulamazsınız diyor hala yeni sözler peşinde yeni kitaplar peşinde koşturuyorsunuz. İslam’da haram, günah, sevap ve bütün her şeyi sadece “ALLAH” belirler. Peygamberin, alimlerin, velilerin, evliyaların, şeyhlerin, gavsların, mehdilerin, diyanetin, halifenin ve birçok kişinin söylediği sözler Allah’a rağmen doğru kabul edilemez. Allah ne diyorsa odur. Allah o konuda bir şey söylemiyorsa serbestsin demektir. Kim olursa olsun Allah’ın söz söylemediği konuda bu sevaptır, bu günahtır, bu haramdır, bu mekruhtur demesinin hiçbir anlamı yoktur. Allah hiç kimseyi hükmüne ortak etmez. Burada söylediğim çoğu şey ayetlerde defalarca kez belirtilmiştir. Eğer öğrenmek istiyorsanız buyurun kitap orada duruyor. LÜTFEN okuyun. Kuran’ın ilk ayeti “OKU” dur. Bakın ilk ayet diyorum. Hani yemek ye, namaz kıl, dürüst ol, başını ört falan değil “OKU”. Bu ayeti Kuran’ı Arapçasından okumalıyım diyen varsa diye şunu da açıklayayım. Oku demek anla demektir. Anlamıyorsan okumanın hiçbir anlamı yoktur. İngilizce bir kitabı aç oku, radyo programını dinle, şarkı dinle ne anlıyorsun? Eğer İngilizce bilmiyorsan hiçbir şey anlamıyorsun. Yani istediğin kadar anlamadığın dilde bir şeyler oku sadece ağzını hareket ettirmiş olursun sana bir şey öğretmez. Ama mevzu Kuran olunca yüzlerce hatim yapıyorsun ama bir kere bile Türkçesini okumuyorsun. Sonra da şu bana şefaat edecek, şu evliya bizi kurtaracak, gavsın uçacak gelecek Allah’a höyt bre o benden onu cehenneme atamazsın diyecek masallarına inanıyorsun, bir de kendine Müslüman mı diyorsun?

Neyse dediğim gibi Kuran’ı neden Türkçe okumalıyız konulu bir yazı zaten yazacağım, bu da girişi olmuş olsun. Diyeceğim şu ki Allah’a rağmen kimse kimseyi kurtaramaz. Peygamberimiz olsa dahi bu böyledir. Size bir soru sorayım. Allah’ın sıfatlarından birisi olan Rahman(esirgeyen/bağışlayan) mı daha büyüktür yoksa Peygamberimizin merhametli oluşu mu? Allah her alanın zirve noktasıdır. Diğer herkes sadece bir noktasıdır. Allah’a rağmen birisi gelip bizi kurtarmaz, bize merhamet etmez, bizi bağışlayamaz, bizi yargılayamaz yani bizi etkileyemez. Bu dünyada yaptıkları sadece kendilerini kandırmaktır. Asıl gerçek olan kıyametten sonraki hayatımızdır. Ve orada da Allah’tan başka söz söyleyecek, hüküm verecek bir varlık olmayacaktır. Bu dünyada Allah bizi sınıyor diye boşuna demiyoruz. Kendilerini Allah yerine koyamayanlar bu yakıştırmayı Peygamberimize yakıştırıyorlar ya çıldırıyorum. Peygamberimizden bahsediyoruz. Hani Allah ile görüşen, vahiy alan Peygamberimizden bahsediyoruz. Allah’ı görmüş birisi sizce Allah’ın sözüne, Kuran’a aykırı veya ondan ayrı söz söyleme cesaretinde bulunabilir mi? Birazcık mantıklı düşünmenizi istiyorum. Bu mantıksız, akılsız davranışlar başımı ağrılara boğuyor ruhumu sıkıyor. Birazcık, birazcık… Lütfen.

7 Mart 2018 Çarşamba

Ülkücülük: İlerleme ve Bilinçlenme


“Toplumların gelecek idealini sürekli olarak yeniden inşa eden gençliktir. Gençliğin yeni ufuklara doğru ilerlemek amacıyla milli ülküler edinmesi ise toplumun geleceğini garanti altına alır. Gençliğin milli ülküleri benimsemesi için de yol göstericilerin, aydınların ve liderlerin milli düşüncelere yönelik politika ve gayeleri olmalıdır. Bu yol göstericiler, gençliğin bir arada toplanması için milli ülküleri en doğru biçimde özümsemelerini sağlayacak oluşumları ve yapılanmaları kurmalıdırlar. Ancak bu sayede toplumun geleceği olan gençler milli ülküler ile donanır ve toplumu en iyi şekilde daha ileriye götürür.”

Yukarıdaki paragraf Ülkü Ocaklarının biz kimiz bölümünün başında geçiyordu. Biraz bu paragraf ile “ülkücü” gençlerin durumlarına değinmem gerekiyor artık. Yeterince gözlem yaptığımı düşünüyorum.

Paragrafta sürekli vurgu yapılan nokta Ülkücü gençlerin sürekli olarak ilerlemeyi hedef edinmesiydi. Bu ise bir lider, yol gösterici ve aydınlar tarafından yapılmasının gerekliliğine değinilmiştir. Burada iki sorun var. Birincisi, yol gösterici kişiler ne kadar ilerleme taraftarıdır? Bu her toplulukta olan bir sorun aslında. Güçlü denetim mekanizması olmazsa yani denetim mekanizması görevini yerine getirmez veya işin ehli olmayanlar tarafından ele geçirilip sorunlar görmezden gelinmeye başlanmışsa ilerleme diye bir şeyden söz edebilir miyiz? Yol gösterici olacak kişiler, ilerleme hedeflerini doğru koymaları ve ilerleme yöntemlerini yani liderlik yaptığı kişilere ilerlemeyi nasıl başaracaklarını ve bunu yapmaları için gerekli gayreti ve morali sağlaması gerekmektedir. Önceki cümlemde anlatmak istediğim, yol gösterdikleri kişilere ilerleme için gayreti aşılamaları ve vasıfsızlıkları gidermeleri gerektiğidir. Eğer vasıfsızlık gösteren, görev bilincini kabul etmeyen insanlar var ise onları bir an önce tasfiye edip hedeflerine uygun kişiler ile yollarına devam etmelidirler. Ülkü, gevşekliği ve vasıfsızlığı kabul etmez. Eğer bir insan içinden geldiği için değil de mecburiyetten bu yolda duruyorsa derhal o yoldan dönüp hem kendisini hem de içinde bulunduğu teşkilatını zor durumda bırakmamalıdır. Yol göstericilik, Ülkücülüğün temel taşlarından olduğu başlangıçta paylaştığım paragrafta anlatılmıştır. Eğer yol gösteremeyecekseniz ve sadece durumu idare etmek için çabalıyorsanız emin olmalısınız ki sizin bu durumunuzu gören insanlar sizinle aynı yolda devam etmek istemeyeceklerdir. Ülküye zarar vermekten korkan ülkücüye canımı veririm, ancak ülküyü kendi menfaatleri için kullanan birisine düşman olmayı dahi kendime hakaret sayarım.
İkinci sorun ise, bir teşkilatta bulunan kişilerin ilerlemeyi kendilerine sadece “sözde” hedef edinmesidir. Laf ile peynir gemisi yürümez ve az laf çok iş yapmak gerekir. Ülkücü dediğimiz birey hangi mevkide olursa olsun görevlerini eksiksiz yerine getirmeli, ilerlemeyi hedefleyen her şeyi elde etmek için canla başla çalışmalı ve kendilerine yol gösteren kişileri de bu yolda ilerlemesi için teşvik etmelidir. Eğer bunları yapmayan ve yapmaya cesareti olmayan insanlardansanız bu eksiklerinizi gidermelisiniz. Bunları da yapamayacaksanız, Ülküye zarar vermemek için kendinize yeni bir yol çizmelisiniz. Bir ülkücü her zaman her şeyi sorgulayabilmeli, kendisine uygun olan yolları keşfetmeli ve sadece bu dava için çalışmalıdır. İnsanlar bu davanın kendilerini yukarılara taşımasını bekliyor. Hayır, böyle bir şey mümkün değildir. Her birey davasını yukarıya taşıdığı kadar kendisini yukarıya taşır. “Bizim hedeflerimize onların hayalleri dahi ulaşamaz” diye bir laf vardır bilirsiniz. Davanızı ne kadar yukarıya taşırsanız ve ne kadar ilerlerseniz kendiniz de davaya hizmet ettiğiniz derecede yükselirsiniz. Ülkücülükte ve teşkilatta bulunanların bilmesi gereken en önemli hususlardan birisi de bulunduğunuz makamın (lider veya tebaa) az veya çok getirisinin olmamasıdır. Şunu söylemek istiyorum, hangi makamda bulunursanız bulunun eğer siz bir şeyi başarmak istiyorsanız makamınızın bir önemi yoktur. Makamların dava nazarında bir artısı yoktur. Önemli olan kendisini bu yola adamak, hizmet etmek ve etrafındaki yoldaşlarının da aynı hedefe yürümesi için bilinçlendirmektir.

- Peki, bu bilinçlendirme nasıl olmalıdır?
Birinci kural, bilinçlenmeyi kabullenmeyen ve isteksiz olan insanlarla boş vakit harcamamak gerekmektedir. O kişiler demek ki sizinle aynı düşüncede değiller ve sizinle birlikte olmasına gerek yoktur. Bilinçlenmeyi isteyen yani istekli insanlar önceliklidir.
İkinci kural, tek alana bağlı kalınmamalıdır. Mesela bir insana sürekli olarak dava ile ilgili bilgiler verirseniz bu kişinin isteği düşecektir. Gelişme tek yönlü değildir. Hem davaya ait bilgiler hem de farklı alanlardaki bilgiler öğretilmelidir. Mesela, dava ile ilgili bir konunun yanında insanın farkındalığını artıracak bilgiler verilerek seminerler çok yönlü olmalıdır. Boş muhabbetlere gerek yoktur. Siyaset, futbol, magazin vb. konular ülkücü bireye bir şey kazandırmamaktadır.
Üçüncü kural, farklı anlatım tarzlarıyla ve farklı yerlerde seminerler yapılmalıdır. Sürekli olarak bir kişi size bir şey aynı şekilde anlatırsa o kişiye karşı oluşacak düşünceler öğrenmeleri azaltır. Aynı yerde yapılan öğrenmeler de verimliliği düşürür. Bulunduğunuz ortam konunun dışına çıkacak etkilerden sıyrılmış bir yer olmalıdır.
Dördüncü kural, kişiler kendileri de öğrenmelerine ve bilinçlenmelerine devam etmelidir. Yani sadece belli bir yer ve zamanla bilinçlendirme yapılamaz. Bilinçlendirmek istediğiniz kişi ayırabildiği zamanını düzgün kullanarak bilinçlenmeye çabalamalıdır.
Beşinci kural, bilinçlendirme yaptığınız kişilerin düşüncelerine de değer vermelisiniz. Ayrıca kişileri iyi takip etmelisiniz. Lafla peynir gemisi yürümez demiştim az önce, işte kişiler söylediklerinizi yaptığını söyleyip sizi geçiştiriyor olabilir. Konuların takipçisi olmalı ve geri dönüt alarak bilinçlenip bilinçlenmediklerini kontrol etmelisiniz.

Dokuz Işık doktrinin maddelerinden birisi bilindiği gibi İlimciliktir. Bu maddeyi göz ardı ettiğiniz durumda teşkilatlar kıraathanelerin kahvehaneye dönmesi gibi bir değişim gerçekleştirecektir. Ülkücülüğün bana ve birçok kişiye göre temeli ilimdir. Atatürk’ün de söylediği gibi: “Hayattaki en hakiki mürşit ilimdir, fendir.” Bilinçlenme ve bilgilenmenin olmadığı yapılarda ilerleme diye bir şeyden söz edilemez. İlerleme olmaz ise davaya hizmetten söz edilemez. Bir ülkücünün ana gayesi bilinçlenmek, bilgilenmek ve bunları aktarmak olmalıdır. Artık devir değişti, sokaklarda bağırıp çağırıp eylem yaparak bir yere varılamıyor. Önemli olan düşüncelerdir ve söylemlerdir. Ne kadar fazla fikir ortaya koyuyorsanız o derece davanıza hizmet ediyorsunuzdur.

İçinde bulunmaktan mutluluk, cesaret, onur ve gurur duyduğum davamı yere düşürmeye çalışan kim olursa olsun karşında durmaktan tereddüt etmediğim gibi davamı yükseltmek için elimden gelen her şeyi yapmaktan da mutluluk duyuyorum. Benim gibi düşünen ve söylediklerimdeki haklılık payını fark eden herkese teşekkür ediyorum. Daha önce yazdığım bir söz ile yazımı sonlandırıyorum.

“Türklük bilincini, İslam ahlakıyla birleştirerek, Çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşıp bunu aşarak tüm Türk milletine ve insanlara önderlik yaparak Dünya üzerindeki haksızlık, adaletsizlik, merhametsizlik, vicdansızlık, cahillik ve vahşiliği bitirmek en asli görevimizdir.” -Bülent B.